Futbol topu İspanyollara aşık, onların ayağının dibinden ayrılmak istemi

DURBAN
Hint Okyanusu kıyısındaki bu güzel şehrin, mimari açıdan son derece zarif ve güzel stadında önceki gece ‘Alman futbol makinesi’ni gerçekten stop ettiren İspanyol topçuları büyük bir keyifle izledim.
Futbol topu, hiç kuşkum yok en çok İspanyolları seviyor.
Belki de âşık İspanyollara.
Onların ayağının dibinden ayrılmak bilmiyor. Hep İspanyolların ayakları arasında dolaşıp duruyor.
Xavi’den İniesta’ya, Ramos’tan Busquets’ye, Capdevila’dan Pedro’ya, David Villa’ya derken İspanyolların ayağından ayrılmak bilmeyen topu, Almanlar neredeyse bütün gece seyretmekle yetiniyor.
Sahayı İspanyollar parselliyor.
Her yerde onlar var.
Xavi’yle İniesta ve de Busquets, hem Almanların tehlikeli ve çabuk kanatlarını kontrol ediyorlar, hem oyunu istedikleri gibi hızlandırıp yavaşlatıyorlar.
İspanya kendinden çok emin bir takım. İspanyolların topla bu kadar serinkanlı alışverişi karşısında Alman panzerleri çaresiz kalıyor.
Schweinsteiger-Mesut-Khedira üçlüsünden oluşan orta sahasıyla, Podolski, Klose, Müller,(İspanya karşısında cezalıydı) gibi gol makineleriyle İngiltere ve Arjantin’i 4’er golle perişan eden Almanya’nın genç ve iştahlı takımı, İspanya karşısında fazlasıyla etkisiz kaldı.
Topa en çok aşık gözüken, bu yüzden topla en çok oynaşan ve habire ayağında tutan Pedro, eğer biraz daha az bencil davransaydı, İspanya gol farkını açardı.
Ya da Pedro gibi yerinde duramayan, her golcü gibi biraz egoist olan, fırlama tipli David Villa eğer daha dikkatli oynasaydı, Almanya farklı bir yenilgiye uğrayabilirdi.
Pique’yle birlikte savunmanın temel direği olan, İspanyolların akil adamı, emektar Puyol’un yeşil sahadaki kendini yırtarcasına, ölümüne yaptığı mücadeleyi bir futbolsever olarak yine hayranlıkla izlemek büyük bir ayrıcalıktı.
Hele o attığı gol!
Her zamanki gibi Xavi gönderdi korneri. 18’in içine lokum gibi kesti. Top, Alman kalesine doğru süzülürken fırladı Puyol. Sanki bir an havada asılı kaldı.
Ve çaktı kafayı!
Almanların genç ve yetenekli kalecisi Neuer’in yapabileceği bir şey yoktu. Klasik deyişle fileler dalgalanırken, ben de ayaklandım Puyol’u alkışlamak için, her seferinde olduğu gibi, spor tribününde olduğumu unutarak...
Gözüm bir ara önümdeki ekrandan, İspanyolların Teknik Direktörü Vincent del Bosque’ye takıldı.
Puyol’un altı pas üzerinden attığı müthiş kafa golünden sonra, saha kenarındaki İspanyol kulübesi bayram yerine dönmüş durumda.
Ama del Bosque çok sakin.
Yüz hatları bile kımıldamıyor.
Her zamanki gibi, sevincini ele vermiyor, tonton ve kendi kendisiyle barış haliyle kenarda duruyor.
Kim bilir belki de, futbol topunun ne kadar kancık olduğunu, bitiş düdüğüne kadar nelere kadir olduğunu bildiği için öyle sakin maçın sonunu beklemeyi tercih ediyor.
Bir İngiliz yorumcu, del Bosque’yi ‘polis komiseri’ne benzetmiş. Bizim memlekette Beşiktaş’ı çalıştırırken ona ‘Yeniköy manavı’ lakabı uygun bulunmuştu kimilerince...
Bütün büyük hocalar gitti, Dunga, Lippi, Capello, Domenech, Maradona hiç biri yok. Ama Vincent del Bosquet şimdi İspanya’yı Dünya Kupası’nın eşiğine getirmiş durumda.
Avrupa 2008’den iki yıl sonra İspanya’nın bu kez Güney Afrika 2010’u kaldırması...
Müthiş olur, ben de istiyorum.
İspanya şu anda dünyanın açık ara en iyisi. Bu yüzden ilk dünya kupasını da bileğinin hakkıyla alabilir.
Biliyorum, Hollanda milli takımının Sneijder’iyle, Robben’iyle nasıl bir çetin ceviz olduğunu ve futbol ekolü açısından İspanya’yla nasıl benzeştiğini elbette biliyorum.
Kolay olmayacak ama gönlüm İspanya’dan yana...
Messi’ler, Tevez’ler, Ronaldo’lar, Kaka’lar, Rooney’ler Güney Afrika sahnesinden çekilip gittiler. Meydan şimdi pazar gecesi İspanyollar’la Portakallar’a kaldı.
Maça bak maça!
Latin Amerika göçtü.
Avrupa ayakta!
Oysa turnuvanın başında gidiş tam tersiydi.
Isaac oğlum, yarın sabah beni havalimanından almayı sakın unutma, geliyorum Johannesburg’a...
Maç var maç, final maçı Soccer City’de.

Önceki ve Sonraki Yazılar