Recep KOÇAK
Fethi Ağabey
Ayışığı, yakamoz, eldiven, balyoz ve gün geçtikçe ortaya çıkacak yenileri –maalesef- Türkiye’nin acı gerçekliği konular. Sevimsiz de olsalar. Son sevimsiz konu “balyoz”. Kaç gündür bu konuyu neresinden tutup yazsam diye evirdim çevirdim zihnimde, sonra -şimdilik- vazgeçtim yazmaktan.
Vazgeçtim, zira çok sayıda kalem erbabı bir haftadır bu konuyu enine boyuna değerlendiriyor.
Ben bugünkü yazımı Fethi Ağabey’e ayırayım en iyisi. Böylece az yazılan ama kalıcılığı daha fazla olacak bir konuya değinmiş olurum.
Bir döneme ağabeylik yapmış Fethi Gemuhluoğlu Ağabey’e ben yetişemedim. Onun adını ilk defa Hüseyin Karakaya Ağabey’den duymuş olmalıyım. Sonra Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Akif İnan ve Erdem Beyazıt ağabeylerle çeşitli vesilelerle görüşmelerimde Fethi Ağabey’i, Sezai Ağabey’i, Nuri Ağabey’i merak edip sormuşumdur. Onlardan da birbirinden ilginç hatıralar dinlemişimdir. Fethi Ağabey’le ilgili neler anlattıklarını hatırlamıyorum ama hepsinde ona karşı derin bir saygıyı, gözlerinden okunan içli bir muhabbeti herkes fark edebiliyordu.
Fethi Ağabey’in “Dostluk Üzerine” yaptığı coşkulu konuşmayı dinleyenler neler hissetmişlerdi, bilinmez ama “Dostluk Üzerine” kitabını okuyanlar nasıl yüksek bir şahsiyetle karşı karşıya olduklarını hissetmişlerdir kelimelere yansıyan aşktan.
Fethi Ağabey’in izi sürüldüğünde insana adanmış bir ömür çıkar karşımıza. Sohbetine katılan insanları ateşleyen, kaynatan, pişiren, olgunlaştıran bir vakıf insan O.
Nuri Pakdil Ağabey’in Bağlanma isimli eserinin başında Fethi Ağabey’le tanışması ve O’na dair tanımlamalar yer alır.
Nuri Ağabey’i sağlıklı uzun ömür dileklerimle, Fethi Ağabey’i ise rahmetle anıyor, sizleri Fethi Ağabey’e ithaf edilen “Bağlanma” kitabının ilk yazısıyla baş başa bırakıyorum:
“İstanbul'da bilimleryurdunda okuduğum yıllardaydı. Şimdi hep düşünüyorum; adını ilkin kimden duymuştum, diye. Nerde duymuştum, diye. Bilimleryurdunda mıydı, kaldığım yurtlarda ya da evlerde miydi, yolda mıydı, bir kahvede miydi, lokantada mıydı? 1959’un başlarıydı sanıyorum ilk duyduğumda adını. 'Fethi Ağabey' diyorlardı. Anlatıyorlardı. Gittikçe artıyordu ilgim. (Bende, hiç görmediğim birine karşı ilgi yavaş yavaş oluşur. Bunun nasıl oluştuğunu hiç ayrımsayamam. Birikim, çok geç patlama noktasına gelir, gidip görme isteği uyanır bende). Böyle olmuyordu bu kez. Hemen gidip görmek istiyordum. Anlatılanlar büyülüyordu beni. Çalıştığı yeri öğrenmiştim. Nasıl varacaktım yanına, ne diyecektim? Nasıl karşılayacaktı beni? Gittim: çalıştığı yerde gördüm: oturuyordu masada: odası kalabalıktı: konuklarıyla dolu idi. (Pencereden bakabilmiştim içeri ancak). Sık sık gidip, pencereden bakıp, içerisini gözlemleyip, dönüyordum: içeri girmek, tanışmak gözüpekliğini gösteremiyordum. Bilimleryurdundaki arkadaşlarıma anlatıyordum içimde heyheylenen dağları. 'Gir içeri, tanış', diyorlardı. Sanırım, bir yıl böyle geçti. Bir ilkyaz akşamıydı. (Çok iyi anımsıyorum bunu). Tüm gözüpekliğimi bir silah gibi kuşanarak vardım. Gene birkaç kişi vardı içerde. Görünce bu denli yakından, bir evrenin dolduğunu içime hemen duyumsadım. (Ben, şimdiye değin, çok az insanı böyle yakından görünce, benzeri duygulara kapılmışımdır. Çok az insanı). Gizemli bir güç kuşattı beni: özgürlüğün elden gidişi anlamına değil bu; tersine, onun bilincine varılıyor böyle bir yücelikte. Bulunduğu yapı, Sergi Sarayı idi. Bu yapının önünde bir çay bahçesi vardı. İndik bahçeye, çay içtik. (Hiç unutamadığım çaylardan biri de o çaydır). O yaz da, görmeye gitmiştim böyle birkaç kez. (1960 yazı, çok karmaşalı, biraz da kargışlı bir yazdı benim için). Bir gece, Cağaloğlu'nda bir gazeteye uğramış, oradan Sirkeci'ye inmiş, Eminönü'nden, Köprü'den geçerek Kadıköy iskelesine değin yürümüştük. (Sanırım, o yıllarda Göztepe'de oturuyordu). Bu; görüşme değil, kuşkusuz, salt bir dinlemeydi, bir onarılmaydı. (Onunla konuşan, daha doğrusu salt O'nu dinleyen O'nun yanından ayrıldığında, iç aygıtlarının birtakımdan geçirildiğini, onarıldığını mutlaka duyumsamıştır). İnsan kalbinin, o kalpdeki manevi yaraların büyük bir onarım ustasıydı. (Bu yaz sonundan 1961 ilkyazına değin Maraş'ta kaldım). Mektuplarla saygılarımı sunuyordum. Küçük, beyaz kartlarla yanıtlanırdım. (Bu kartların tümünde yazı yazmamı buyururdu). İstanbul'a, bilimleryurdundaki ertelenmiş son sınavımı vermek için gelmiştim. Uğrardım bu arada yanına; dinlerdim, sürekli dinlerdim: (O konuşurken, sizi de yanına alarak, bir amaca doğru sanki yürürdü). O yaz gene Maraş'a döndüm, sonra asker oldum. (Tuzla'daki okul döneminde hiç görememiş miydim? Sanırım öyle olmuştu). 1962 ortalarından 1963 sonuna değin -tam sonu olmasa da- Bitlis'te kaldım askerlik için. (Çok tuhaf, hiç haber alamıyordum). 1962’nin sonları mıydı -büyük bir olasılıkla öyleydi-, bir gün, bir gazetede, uçak merdiveninden çıkarken çekilmiş bir resmini gördüm: Almanya'ya gidiyordu. Aradan çok geçmemişti ki, mektup geldi Almanya'dan : (Sanatın, edebiyatın evrensel işlevi üstünde durarak, gene, yazı yazmamı buyuruyordu). Ben de, elimden geldiğince düzenli olarak, mektup sunma mutluluğuna eriyordum. 1964 yılında İstanbul'daydım, haftalık bir dergide sanat sayfası düzenliyordum. (Çok az sürdü bu). Bu dergiyi de sunuyordum mektuplarımla birlikte Almanya'ya göndererek. Onurlandığım mektuplarının birinde, bir sanat dergisi çıkartmamı, birtakım arkadaşlarla bu derginin çevresinde toplanmamızı buyuruyordu.
(Edebiyat dergisinin tohumu, belki de 1964'lerde düşmüş oldu içime). Mektuplarıyla sürekli yüreklendirirdi: çağımızda en çok buna gereksinimimiz var: yüreklendirilmeye. 1965 ilkyazında Almanya'dan Ankara'ya gelmişti: Millî Eğitim Bakanlığındaydı. Tarihsel yazgı gereği ben de artık Ankara'daydım. (O'nun, Ankara'da sürekli kalışı: 1967'lere değin uzanan bir dönem aşağı yukarı). Sık sık görmeye gidiyorduk. Geceleri ya evinde, ya Gençlik Parkı'nın 'Söğüt' adını verdiğimiz bir çay bahçesinde - oralar çok dingindi-, ya kaldığı otelde - bu 1967'lerde, ondan sonraki yıllarda, İstanbul'dan gelişlerinde kaldığı yıllarda-, Kızılay'daki pastaevlerinde - şimdi hiçbiri kalmadı onların, yıkıldı-, ya Hacı Bayram çevresindeki kahvede olurduk; çoğunluk birlikte varır, hemen doluşuverirdik yanına: bir çember oluştururduk çevresinde. Bir bir vurguluyordu : aşılması gereken dönemeçleri: dirençle. Tanrı inancı ile Önder bağlılığından kaynaklanan evrensel ısıydı, dostluk coşkusuydu sunduğu. İnsanın elinden tutuyor, âdeta çağa çıkartarak yürüyüşe alıştırıyordu. İnsan; arttığını, çoğaldığını duyumsuyordu O'nun yanında.” (Nuri Pakdil, Bağlanma, Edebiyat Dergisi Yayınları, Şubat 1979)
“Fethi Gemuhluoğlu’nun büyük anısına bitimsiz saygıyla” sözleriyle ithaf edilen “Bağlanma” kitabını okuyanlar, Fethi Ağabey’in Nuri Pakdil’in dünyasındaki ayrıcalıklı yerini ve onun yazı hayatındaki, düşünce evrenindeki derin tesiri hemen fark ederler.
Fethi Ağabey’i bir kez daha rahmet ve muhabbetle anarken, döneminin gençlerine ağabeylik yapan ve yürekleri insanın elinden tutmak ve onu çağa çıkartmak çabasıyla yanan tüm ağabeyleri hürmetle selamlıyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.