Egemen Dilin Sonuna Doğru

Egemen güçler, dünyada hayatın bütün alanlarını yoğun propagandalarla düşünsel hegemonyaları altına almışlar ve insanları hegemonyanın dışında düşünemez, kendini ifade edemez duruma düşürmüşlerdir. Öyle ki, yukarıdaki cümleyi kurarken, kendimi oldukça garip hissettim. Çünkü artık “egemen güç”, “hegemonya” gibi kavramları kullanmak ayıp kaçmakta, arkaik düşmektedir. Bu kavramlar, kabullendirilmiş yeni düşünüş biçiminde “soğuk savaş” kavramı olarak görülmekte, sahibini günümüzün dışına itmektedir. Halbuki bunlar “ayıp kavramlar” statüsüne dâhil edilerek, sömürünün ve vahşetin kınanması önlenmektedir.

Hegemonya alanları oluşturarak, âleme çekidüzen vermek, dünyada yoğun olarak kullanılan bir yöntemdir. Dün, fiziki işgallerle egemenlikler oluşturulup, sömürüler gerçekleştirilirken; bugün daha çok zihinsel hegemonyalarla bu işlem gerçekleştirilmektedir. Dünyada varlığını güçlü kılmanın yolu, egemenlerin koyduğu kuralları kabul etmekten ve onların dilini kullanmaktan geçmektedir. O dilden uzak düşenler; ne kadar medeni, uygar, barıştan yana, insan haklarına saygılı ve hangi kültürel geçmişe sahip olursalar olsunlar, artık bir teröristtir. Mesela, bu dilin dışına düşen İran terörist bir devlettir; çünkü o, kaynağını Amerika’dan alan egemen literatürün dışında sözler söylemekte, çıkışlar yapmaktadır. O, İsrail vahşetini ve onun silahlarını sorgulamaktadır. Hegemonik Batı söylemi içerisinde İsrail’den yana olmayan; onun terörüne boyu eğmeyen, onun vahşetine karşı duran herkes teröristtir. Bu teröristlere asla fırsat verilmemeli ve onların bir an önce ortadan kalkmaları sağlanmalıdır. Onların dile getirdikleri, hangi hakkın, adaletin ifadesi olursa olsun, kabul edilemez. Onların, meşruiyet kazanıp, akredite olabilmesi için, İsrail’i ve onun vahşetini kabul etmeleri, Amerikan işgallerinin ve vahşetinin demokrasi adına yapıldığına inanmaları ve onlara yardımcı olmaları gerekir. Hatta öyle bir düşünce silsilesi oluşturulur ki, dünyanın yarısı Amerika’ya karşıdır ama dünyanın tamamı da Amerika’nın düşmanlarına düşmandır. Ve bu düşünüş kodlarında, bu çelişkinin hiçbir zaman farkına varılmaz. Eski ezberle, Amerika düşman da olunsa, dünyanın makbul saydıkları aslında Amerika’nın muteber diye sunduklarıdır. Bu, sporda da, sanatta da, politikada da böyledir.  

Türkiye’de de durum bundan farklı değildir. Hayatın bütün alanları, meşruiyeti tekleştirilmiş bir kültürün, düşüncenin, zevk ve yaşam biçiminin hegemonyası altındadır. Ekonomik ve sosyal güçleri nedeniyle toplumun elitleri olarak kabullendirilmiş bu egemenlik sahiplerinin onay vermediği her şey; estetikten ve zarafetten yoksun, başarısız, kötü ve gayrimeşru kabul edilir. Yaşamın bütün standartları, bu elitler tarafından oluşturulmuş ve hayatın hangi alanında olursa olsun, faaliyet göstermek isteyenler, meşruiyet kazanmak için, kendilerini bu egemenlerin koyduğu standartlara uymak zorunda hissetmişlerdir. Bu standartların en belirleyici unsuru, egemenlerin düşünüş ve yaşam biçimleridir. Siz kim olursanız olunuz, hangi sanatı ortaya koyarsanız koyunuz ve hangi sahada faaliyet gösterirseniz gösteriniz, egemenler gibi düşünmüyor, onlar gibi yaşamıyorsanız; ortaya koyduğunuz hiçbir şey makbul, başarılı ve meşru değildir. Bunun komik örneklerini sık sık yaşamaktayız. En son ve herkesin yakından tanık olduğu bir olayla konuyu örneklemek mümkündür.

Sezen Aksu’nun şarkıcılığı, sanatçılığı üzerinden bu kendini otorite sayanlar arasında bir tartışma yaşandığına, bu yakın zamana kadar şahit olmamıştık. Ne zaman ki Sezen Aksu,  egemenlerden ayrı bir düşünce ortaya koyarak, “Referandum’da ‘evet’ diyeceğim” dedi, hemen ardından o meşhur müzik otoriteleri; onun sanatının kötülüğünden sesinin detoneliğine, altı yıl önce seslendirdiği Metin Altıok Oratoryosu’nda notaları nasıl yuttuğuna kadar enva-i çeşit sanatçı olamazlığıyla ilgili engin düşünceler serdettiler. Buna benzer çeşitli örnekler bu ülkede çok sıklıkla yaşanmaktadır. Birkaç yıl önce Bülent Ecevit de, Sultan Vahdettin’le ilgili egemenlerin düşünceleri dışında bir cümle kurduğunda; bugün Sezen Aksu’nun yaşadığını, “Onun aslında çok kötü bir politikacı olduğu, aslında sosyal demokrat da olmadığı” karşılığıyla yaşamıştı. Necip Fazıl, “sabık şair” olmuş; Tarık Buğra, asla bir romancı olamamış; Sezai Karakoç’un adından bile bahsedilmemiş; Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören ve daha yüzlerce sanatçı, edebiyatçı görmezden gelinmiş, sanatları yok sayılmıştır. Çünkü kendilerine egemenlik alanları oluşturarak otorite payesi biçip bunu topluma dayatanlar; sanatın, edebiyatın, siyasetin, sendikacılığın, gazeteciliğin, hülasa hayatın her alanının dilini parselleyip, o dili kullanmayanları, yani onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşamayanları; eseri hangi kıratta olursa olsun, asla ressam, karikatürist, müzisyen, şair, sinemacı, tiyatrocu, romancı, hikâyeci, eleştirmen, bürokrat, gazeteci, hariciyeci, bilim adamı, sendikacı, siyasetçi, kısaca makbul bir vatandaş olarak görmemişlerdir.  Ve onların ürettikleri de resim, karikatür, müzik, şiir, film, roman, hikâye, gazete, diplomasi, bilim, ilim, hak arayışı, siyaset olarak kabul edilmemiştir.

Bu anlayışın, kendini egemen görenler arasında kalması, aslında çok da büyük bir sorun değildir. Sonuçta bu anlayış için, “kendi gettolarında boğulup, yok olsunlar” demek bile mümkündür. Sorun olan, bunun psikolojik bir baskıya dönüşüp, kompleksler oluşturarak kabullenilmesi, hayat bulmasıdır. Yani sanatta, edebiyatta, siyasette, romanda, sendikada, gazetecilikte tek bir düşünüşün meşru görülüp; romanın, sinemanın, şiirin, gazeteciliğin dili altında tek bir anlayışın hâkim kılınmasıdır. Sizin iyi bir romancı olup kabul görebilmeniz için, romancılığın dilini kullanmanız gerekir, deniyor. O dil içerisinde ise, dindar bir kahramana yer yoktur. Eğer sizin roman kahramanınız dindar biriyse, romanınız, en iyimser ifadeyle “dini bir romandır” ve asla sanat değeri taşımaz. Sinema eserleriniz için de aynı yargı söz konusudur. Ancak bu eserlerde dilediğiniz kadar sahtekâr, ikiyüzlü, düzenbaz adamı, dindar olarak gösterebilirsiniz ve asla sanatçılığınızdan ve eserinizin sanat eseri olmasından hiçbir şey kaybetmezsiniz.

Siyasette de her türlü marjinal görüşü ve tipi savunabilir, bundan da siyasi geleceğiniz açısından bir zarar görmezsiniz. Ancak siz toplumun kahir ekseriyetinin düşüncelerini ve yaşam biçimini dile getirdiğinizde, siyasetin dilini kullanmayı becerememekle suçlanırsınız. İyi bir sendikacı olmanız için, illa da Marksist yöntemlere başvurmak zorundasınızdır; yoksa toplumla ve onun değerleriyle bütünleşerek siz sendikacı olup sendikal dili kullanmış olamazsınız. DİSK, “Ben CHP’liyim ve bütün üyelerim CHP’ye oy vermelidir” diye açıktan propaganda yapar ve sendikacılığından hiçbir şey kaybetmez. Ancak HAK-İŞ, AK Parti politikalarından birine destek verdiğinde ‘yandaş olur’ ve sendikacılığa ihanet etmiş olur. Gazetenizdeki manşetler ve olayı yorumlayışınız, Hürriyet’ten ayrı düşemez, düştüğü an “Vakit Gazetesi” olursunuz ve gazete olmaktan çıkarsınız. Hürriyet Gazetesi, “Topyekûn Savaş” manşeti atarken marjinal düşmez ve gazeteciliğin dilini kullanır. “Hakkımı Helal Etmiyorum” diyen Vakit Gazetesi, gazeteciliğin dilini kullanamamakla suçlanır.

Bu çerçevede, trajik olan bazı tiplerin entellik havalarında, yukarıdaki yargıları doğru sanarak; ‘büyük romancı, ünlü şair, önemli siyasetçi, etkin sendikacı, makbul gazeteci olacağım’ iştiyakıyla sanatın, edebiyatın, gazeteciliğin dilini kullandığını zannedip; romanından, şiirinden, sinemasından, manşetlerinden, mücadelesinden dini, dindarı, halkın değerlerini, arı, namusu, hakkı, hukuku uzaklaştırarak; eserlerini ruhsuzlaştırıp, yeteneğini heba etmesidir. Bu tiplere, Tolstoy’un eserlerine, Andre Gide’nin “Dar Kapı”sına bakmalarını salık veririm.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.