Demliyazılar
Doğu Karadeniz Esintileri -III- Karadeniz Saklı Doğa ve Kültür Hazinesi
Fındıklar toplandı, patoza verildi ve harmana serildi. Sadece kuruması kaldı. Eğer birkaç gün güneş olursa bizim oraların deyimiyle fındık kurtulur yani kurur.
Fındık toplamak daha önce belirtmiştim o kadar da kolay değil. Doğu Karadeniz’in öyle engebeli yerleri var ki, insanlar fındık bahçelerinde attığı adımların milimlerine bile dikkat ediyorlar. Allah göstermesin ayağın bir kaysa yuvarlanır gidersin.
Hele ki sırtına fındık çuvalını yükledin götürüyorsun; bazı yerlerde adım atarken mühendislik hesapları yapmanız gerekiyor. Öyle bir yokuşları ve engebeleri aşıyorsunuz ki, bazen uzman mühendislere taş bile çıkartabilirsiniz.
Şehirde öyle düz yolda yürümek kolay. Gelin siz fındık bahçelerinde çalışırken yürüyün. Her babayiğidin harcı değildir oralarda yürümek.
Bir de fındığı patoza vermesi var. Eskiden büyüklerimiz fındığı tek tek yeşil kabuğundan soyarlarmış. Onun için köylüler kendi aralarında imece yaparlarmış. Bir komşunun fındığı soyuldu mu, ertesi gün başka komşunun fındığını soyarlarmış.
Aslında böyle toplu olarak imece yapılması insanları daha çok birbirlerine yaklaştırır. Çünkü o zaman herkes bir arada, muhabbet koyu, bir taraftan da şakalaşmalar. Hal böyle olunca nasıl fındık soyuldu anlamazsınız.
Ama şimdi fındığı patoz makineleri soyuyor. İlk patoz makinelerinde siz yeşil kabuğundaki fındıkları sepetlerler patoz makinesinin yuvasına boşaltırsınız, ama seri bir şekilde. O makineye fındık yetiştirmek kolay değil. Onun için patoz makinesine fındık verileceği zaman yakınlardaki komşular da toplanır hep beraber iş bitirilmeye çalışılır.
Teknoloji ilerledikçe patoz makinesi de gelişti. Şimdiki patoz makinelerinin modellerinde yeşil kabuklu fındıklar kalın hortumlarla çekiliyor. Aynı süpürge makinesi gibi.
Tabii ki onda da belli bir güç sarf etmek zorundasınız. Bir de o hortumu kalın ve ağır olduğu için onu kullanacak kişi de güçlü, kuvvetli olmak zorunda.
Patoz işi seri ve sesli bir iş. Makine çalışırken insan yanındakini sesini duymuyor. Herkes belli bir görevde. Kimisi o hortuma yeşil fındıkları çektirir, kimisi yeşil fındıkları bir araya getirir, kimisi çıkan kabuklu fındığı çuvallar.
İşte dediğim gibi fındık işi o kadar da basit bir iş değil.
Şükür ki bu işler bitti ve artık rahatladık.
Babamın İstanbul’dan Emniyet’ten emekli bir arkadaşı yanına ziyarete gelmişti. Aslen Akçaabatlı olan Tahsin Amca seksen yaşını geçmiş olmasına rağmen şoförlük konusunda usta. Tek başına İstanbul’dan buraya gelme cesareti gösterebilecek biri.
Babam bir sabah ona haydi arabaya binin gidiyoruz dedi. Hep beraber bindik arabaya. Görele’ye yirmi dakikada vardık. Zaten 14 kilometrelik bir mesafe. Orada yakıtımızı aldık ve Tirebolu yönüne doğru gitmeye başladık.
Tirebolu, Giresun’un en eski yerleşim yerlerinden biri. Tirebolu aslında üç şehir manasına gelmektedir. Adını da “Tripolis”ten alır. Kimi söylentiye göre Tirebolu adının, Halkova ve Görele halkının toplanmasından dolayı geldiği söylendiği gibi Tirebolu Merkez, Taşkale ve Andoz adlı üç kaleden dolayı geldiği de tarihi kayıtlarda görmekteyiz.
Tirebolu, bu sahil otobanından çok etkilenmemişler. Çünkü yol sahili kesmiyor, daha içeriden geçerek tünellerle otobanın yapımı sağlanmış. Bu da Tirebolu’nun tarihi dokusuna bir zarar vermemiş. Tarihi dokunun korunmasından dolayı Tirebolu çok avantaj elde etmiş.
Tirebolu’nun en büyük özelliklerinden biri de orada üretilen çayın çok kaliteli olması. Burada bize Rizeli dostlar gönül koyacaklar ama Tirebolu’nun 42 numaralı çayının kalitesini kimse yakalayamaz. 1959 yılından beri üretilen bu çay ilgili olarak 10 Ekim 2012 nüshalı Zaman Gazetesinin Pazar ekinden şu alıntıyı sizinle paylaşalım;
“Nedir bu 42 numara? Kırk altı fabrikaya sahip Çaykur'un 42. fabrikası. Öyle esrarlı bir numara değil anlayacağınız. Fakat çayın özelliklerine gelince durum değişiyor. Bu fabrikaya işlenmek üzere gelen çay, Ordu'nun Perşembe ilçesi ve Trabzon'un Vakfıkebir ilçesi arasındaki bölgeden toplanıyor; ama toprak açısından en özellikli alan; Giresun'un Espiye ve Eynesil ilçeleri ki burada yalnızca çay değil fındık da güzel oluyor. Bu bölgenin Rize'den daha fazla güneş görmesi çaya tam da tiryakilerin sevdiği buruk tadı veriyor. Toprak, güneş ve elbette Karadeniz'in yüksek dağları... Tirebolu çayının güzelliği biraz da sahile yakın çaylıkların dağlara taşınmasında gizli. Ve işte tiryakiyi sevinçten ağlatacak detaylar: Yaş çayın filizleri makas değmeden elle toplanır ve Çaykur'un diğer fabrikalarındaki gibi stoklanmaz. O gün toplanan çay hemen ertesi gün işlenir. Elek gözüne göre yedi nevi çay üreten Çaykur'un 2. nevi ürünüdür. Bu ne demektir? İki numaralı elekten filizin yalnızca üst kısmı geçer ve bu ince kısım keyif çayı olarak bilinir. Mayıs ayının ilk sürgünlerinden üretilen Tirebolu çayı harmanlanmayan yani nevilerin birbirine karışmadığı tek üründür aynı zamanda. Çayla ilgili aslında bildiğimiz ama yetkili ağızlardan duyunca daha ciddiye aldığımız bazı gerçeklerden de söz etmek lâzım. Yabancı menşeli çayların ki buna Güneydoğu'da çok tüketilen 'kaçak çay' da dâhil, katkı maddeli olduğu söyleniyor. 'Ama çay kıpkırmızı oluyor." demeden önce bir düşünmek gerekiyor anlaşılan.
Tirebolu çayının yalnızca Giresun'da ve Çaykur'un Rize'deki reyonunda satılmasının üretim azlığıyla ilgisi yok. "En iyi ürünü biz üretir, biz tüketiriz.' gibi imtiyazlı bir durumdan söz edilebilir. Neticede bu çay, Giresunlular ve Giresun'a yolu düşenler eliyle sadece yurtiçine değil Avrupa'ya kadar dağılıyor. Müdavimlerin izi internetteki forumlarda da sürülebilir pekâlâ ve oralarda, "42 numaradan başkasını tanımam." yollu izahlara rastlanabilir; ama biz hazır Tirebolu'dayken kahveleri dolaşalım dedik. Çay ocağının başında duranlar iddialı; "On dakikada demi çıkar. Beş altı bardağı nasıl içtiğini anlamazsın. Dişleri de sarartmaz." Kazıkbeli ve Çevre Yaylalar Derneği'nin ocağını işleten Nevzat Kadıoğlu meydan okuyor: "On beş, yirmi çeşit çay demlesinler. Hepsini yan yana koysunlar. 42 numarayı bir yudumda gözüm kapalı seçerim." Müdavimler de çay değişince "Olmadı usta!" diyecek kadar tecrübeli. Her gün uğradığı cay ocağında sekiz-on bardak çay içen Zeki Ayten yakında Almanya yolcusu. Eli boş gider mi, sadece ev için değil komşular için de yanında en az altı kilo çay olmalı. Komşuların nereli olduğunu tahmin etmek zor değil. 42 numaradan başkasına yüz vermeyen Giresunlu tiryakiler... Çayın en özelini bilen içiyor ne de olsa...”
Önceden iç piyasada pek satılmayan çay artık iç piyasaya da sürülmüş durumda. Sizlerin de bu çayın lezzetini tatmasını isterim. Mutlaka tadın ve kaliteli bir çay içtiğinizi gayet iyi anlayacaksınız. Ama şu da var ki, bu çayı daha kaliteli yapmak için de suyun kaliteli, ateşin de odundan olması gerekir.
Her neyse lafı uzatmayalım, Tirebolu’dan içeri girerek eski adı Harşit yeni adı Doğankent’e doğru yol aldık. Doğankent, Giresun’un sahilden içe yakın ilçelerinden en eskilerinden biri. Doğankent ilçesinin en büyük özelliği ilçenin güneybatı yönünde kurulmuş olan elektrik santrali. 1965 yılında inşaata başlanmış olan santral 1971 yılında faaliyete geçmiştir. Bu santral Türkiye’nin diğer santralleriyle entegre olmuş durumda.
Doğankent ilçesini geçtikten sonra Harşit Vadisinden doğru yukarı çıkmaya başladık. Yollar düzgün ve asfalt. Buralara yer yer HES’ler kurulmuş durumda. Koca koca dağları delerek büyük çaplı borularla sular bir yerde toplanmış ve oralara santraller kuruluyor. Suların biriktirildiği yerde de alabalık çiftlikleri yapılmış.
HES’lerde büyük işler yapılıyor ama doğanın ekolojik yapısı bozuluyor mu, bozulmuyor mu bu da ayrı bir soru. Benim bu konuda herhangi bir yorumum olamaz, uzmanı olmadığım için ama ileride acaba doğanın dengesi bozulursa sonuçları ne olur? Bunu da iyice irdelemek gerekir.
Gümüşhane’ye doğru giderken babam elli yıl sonra bir vesileyle görüştüğü asker arkadaşına uğrayalım dedi. Zaten yol üzerindeymiş evi de. Kendisiyle de telefonla irtibata geçtik ve bizi beklediğini söyledi. Gümüşhane Merkeze birkaç kilometre kala kendisi bizi yol üzerinde bekliyordu.
Hemen yolun alt tarafındaki evine bizi davet etti. Anadolu insanı misafirini çok sıcak karşılar ve nasıl ağırlayacağını bilemez.
İşte babamın asker arkadaşı ve ailesi de aynı sıcaklıkta bizi karşıladı. Hemen sofra kuralım dedi ama biz tok olduğumuzu belirttik onlar da bize odun ateşinde çay yaptılar. Çaylar bir taraftan yudumlanırken babamla arkadaşı elli yıl öncesine gidip askerlik hatıralarını demlene demlene anlatıyorlardı.
Sohbet tam koyulaşmışken Cuma salası okunmaya başlamıştı. Hep beraber abdestlerimizi tazeleyerek 1841 yılında yapılmış olan Canca Kürdalioğlu Camiine gittik. Kürdailoğlu ismini duyunca acaba buralarda zamanında Kürtler mi vardı sorusu aklıma geldi.
Az bir şey araştırayım dedim ama somut bir şeyler bulamadım. Eğer bu yazımızı okursa Tirebolulu Tarihçi Yazar Ayhan Yüksel Hocamızdan bize bu konuda yardımcı olmasını isteyeceğim.
Bizim tarihimizde her kelimenin, her ismin bir anlamı vardır. Bizim kültürümüz boş değildir. Eskiden isimler verilirken bir sebebe dayanılarak verilirdi. Ama şimdiler de öyle değil. Artık isimlerin değeri bile yok.
…/…
Cuma namazımızı bu camide eda ettikten sonra babamın asker arkadaşından izin isteyerek yola koyulduk. Aslında oradan geriye dönecektik ama ben ısrar edince Gümüşhane merkeze gitmeye karar verdik. Gümüşhane’nin merkezi kayalıkların arasına kurulmuş ufak bir şehir.
Roma ve Bizans dönemlerinde kurulmuş olan bu şehrin Yunancada adı Gümüşşehir anlamında Argyropolis’miş. Bir süre Arapların egemenliğinde kalmış olan Gümüşhane, 11. Asırdan sonra Türk egemenliğinde bulunmuş.
Gümüşhane’nin tarihiyle ilgili olarak şu notu aktarmadan geçemeyeceğim; “1647'de Gümüşhane'yi ziyaret eden Evliya Çelebi, buralarda gümüş madeninin çok olduğunu, çalışır ve boşaltılmış durumda 70 kadar ocak bulunduğunu bildirir. Yine bu ocaklardan 7 koldan kurşunsuz gümüş cevheri çıkarıldığını ve bu şehirde Emin Mahallesinde darphane olduğunu yazarak üzerinde "Azze nasrahu daraba fi catha" (Canca'da basılmıştır) yazılı birkaç akçenin kendisinde olduğunu bildirir.”
Aslında Gümüşhane’nin bendeki en önemli değeri Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî gibi bir değerin burada doğmuş olması. 1813 yılında Emirler Mahallesinde doğmuş olan bu mübarek insan şu anda Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin yanındaki mezarlıkta. Ama her nedense Gümüşhaneliler bu değerine yeterince sahip çıkmıyorlar. Bu bence tüm Gümüşhaneliler için büyük kayıp.
Gümüşhane’nin içini bir turladıktan sonra geri dönüşe geçtik. Ama geri dönerken de Karacalar Mağarasını gezmeden edemedik.
Gümüşhane merkeze 17 km. Mesafede olan bu mağaranın denizden mesafesi yaklaşık birbuçuk kilometre. Mağaradaki sarkıtların muhteşem bir görüntüsü var. Mağaranın damlataş oluşumları ile astım hastalarına iyi gelen temiz havası ilgi çeker. Çünkü soluduğunuz hava bir serin ve hafif. Mağaranın yüksekliği 18 metre, 105 metre uzunluğunda ve toplam alanı yaklaşık 1500 m². Bu mağaranın bulunması bir çobanın koyunlarını kaybettikten sonra aramaya çıkmış ve koyunlarının bu mağaraya kaçtığını görünce Çoban burayı keşfetmiş.
Mağaraya girerken kimseye fotoğraf çekilmesine müsaade etmiyorlar. Çünkü patlayan flaşlar sarkıtlara zarar verebilir diye düşünülmüş.
Buranın ziyaretçisi de çok. Ama her şeyi ticarete vurduğumuz gibi burası da bir ticaret merkezi haline gelmiş. Mağaranın girişiyle alışveriş arasında epeyce bir yürüyüş yolu var. Ama yürüme engelli vatandaşlar için bir kolaylık düşünülmemiş ve arabadan indikten sonra bu vatandaşlarımız çok zorlanıyorlar.
Siz okurlarıma mutlaka burayı gezmenizi tavsiye ediyorum. Allah’ın bize lütfetmiş olduğu bu güzelliği görün.
Eğer bir Karadeniz gezisi yapacaksanız mutlaka Tirebolu’dan içeri girerek Gümüşhane’ye kadar tüm yerleri gezin. Çünkü Doğu Karadeniz gizli bir hazine.
Her yeri bir tarih ve her yeri doğal güzellik. Türkiye turizmi sadece Batı’ya ve Güney’e sıkıştırılmamalı.
Bizim gezeceğimiz yer daha bitmedi. Bir sonraki yazımızda da yine saklı bir doğal güzellikten bahsedeceğiz.
Sizinle Sis Dağını gezip yaylanın o güzel havasını teneffüs etmeye çalışacağız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.