xxxx1
Demokrasi değil, Fallokrasi "işbaşında"
Batı'da 1960'lardan itibaren şekillenmeye başlayan feminist söylem/ler, batılı toplumların siyasî, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapılarını ve değişim süreçlerini anlamlandırma konusunda gözardı edilemeyecek bir entelektüel birikim ve bir dizi teorik açıklama biçimi geliştirdi/ler. Feminist söylemin, Lacan'cı psikanalist söylemle "gerdeğe" girerek geliştirdiği, gerek siyasetbilimi/toplumbilim, gerekse edebiyat/sanat/sinema eleştirisine yoğun bir şekilde uyarlanmaya başlanan bir kavramsal çerçeve var: Fallosentrik (=phallocentric) söylem. "Fallokrasi" (phallocracy) ve "fallosentrik" (phallocentric) kavramları, geç dönem Latince'deki fallus, (=phallus), Yunanca'daki "phallos" sözcüklerinden türetilmiştir. Fallus'un sözlük anlamı, kısaca, erkeklik organı demek. "Fallosentrik" kavramı ise, erkeklerin, erkeksi ilgi ve çıkarların dominant olduğu bir durum anlamına geliyor. Erkeklerin üstünlüğüne ve erkek şovenizmine inanan tahakkümcü kişiye ise fallokrat (=phallocrat) deniyor. Ancak psikanalistler, bu kavramları, daha geniş siyasî, sosyo-kültürel baskı, bastırma ve tahakküm biçimlerini ifade ve izah etmek için kullanırlar. Lacancı psikanalist teoriden yola çıkan feministler, seküler Batı kültürünü, fallik (phallic) kültür olarak tanımlarlar. Örneğin Gayle Rubin, "şu an yaşadığımız batılı toplum, fallik kültür üzerine inşa edilmiş bir toplumdur," der. Fransız filozofu Jacques Derrida, batılı ataerkil toplumların, işleyiş biçimlerinin, gerçeklik anlayışlarının ve kimlik duygularının fallus sembolizmi üzerine kurgulandığını; ataerkil otoritenin ve batılı toplumlardaki kültürel yapıların/söylemlerin temel referans noktasının, gerçek, akıl, erkeksilik (erillik=masculinity) ve fallus kavramlarından oluştuğunu söyler. Parlak feminist teorisyenlerden Andrea Dworkin, konuyu çarpıcı bir dille söyle açımlar: "Erkek egemen batılı ataerkil toplum, erkek/kadın; efendi/köle; biz/onlar; ben/öteki; saldırgan/kurban; hakim /mahkum; aktif/pasif; hadım edenler/hadım edilenler... dikotomileri (=karşıtlıkları) üzerine inşa edilmiş bir toplumdur. Bütün siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik hakimiyet kurma; "merkez"deki (=iktidar aygıtlarına hakim olan) güçlerin ötekini/ötekileri hizaya getirme, boyun eğdirme biçimleri, bu karşıtlıkları esas alarak egzersiz edilir... Tüm kişisel, psikolojik, toplumsal ve kurumsallaşmış hakimiyet (=tahakküm) biçimlerinin kaynağı, 'fallik' kimlik ve kültürdür. Bu kültür, öteki'ne karşı sistematik olarak maço ve sadist bir tavır takınır. Böyle bir tavır sadece erkekler için değil, kadınlar için de geçerlidir. Fallik kültür, kendisini 'dünya'nın merkezine alarak ötekini periferiye iter; adeta zincire bağlar ve böylelikle herhangi bir yere/yöne hareket etmesini önlemiş olur." Fallosentrik söylem, Türkiye'deki tepeden inmeci sekülerleşme projesini ve medya terörünü açıklamakta oldukça verimli sonuçlar sunacak bir söylem. Osmanlı Türkiye'sinde reform programı olarak başlatılan değişim/yenileşme teşebbüslerinin, Cumhuriyet deneyimiyle birlikte, toplumun tarihî, kültürel, siyasî pratiklerinin ve anlam haritalarının olumsuzlandığı, retoriksel kaygılarla ve yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılan bir kültür ve medeniyet değiştirme projesine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Amaç, Türkiye'de "hayalî" bir (batılı / seküler) toplum yaratmaktı/r. Bunun yolu da, Pierre Bourdie'nün deyişiyle Türk toplumunun "sembolik sermaye"sinin veya Muhammed Arkoun'un saptamasıyla "sembolik anlam haritalarının ve göstergebilimsel düzeninin" olumsuzlanarak, batılı toplumların uzun bir tarihî mücadele, deneyim ve pratiğin sonucunda geliştirdikleri sembolik sermayeyi / anlam haritalarını ve kurumları Türkiye'ye aktarmak şeklinde belirlenmişti/r. Ancak bu zorba, fallosentrik değişim (kültür ve medeniyet değiştirme) projesi sadece Türkiye'ye özgü bir projedir. Serif Mardin, "dünyanın hiç bir yerinde ben böyle bir şey görmedim," demekten kendisini alıkoyamamıştır. Türkiye'deki sekülerleşme projesini inceleyen dünyadaki bütün sosyal bilimciler, siyasetbilimciler, böyle bir fallosentrik değişim/yenileşme projesinin topluma son derece pahalıya patlayacağını; elitlerin kimliği ile toplumun kimliğini ve taleplerini karşı karşıya getireceğini (Philip Robins) bunun adeta toplumun sağlığıyla, kaderiyle ve geleceğiyle oynamak anlamına geleceğini söylüyorlar. Değişim/yenileşme sorunu, bir süreç sorunudur. Retoriksel / fallosentrik projeler, toplumu değiştirmez, dövüştürür; birbirine düşürür. Tıpkı şu an Türkiye'de olduğu gibi. Oysa Türkiye'de hâkim kılınmaya çalışılan fallokrasi, hem elitleri, hem de toplumu fena hâlde aptallaştırmaktan, birbirine düşürmekten ve Türkiye'nin birikimini, dinamizmini, ruhunu kaybetmesine ve toplumu tam ortadan ikiye bölecek tehlikeli bir sürecin temellerinin atılmasına yol açmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama fallokratik düzen, fallokratlara öylesine mazoşist ve sadist bir haz veriyor ki, kimse fallokratik düzen/eğ/in medyasıyla, bütün kurumlarıyla toplumu büyük bir çatışmanın ve felâketin eşiğine sürüklediğini göremiyor.