Recep KOÇAK
Çanakkale’den Anzaklı Ömer’e
Dün bir toplu taşım aracında iki genç konuşuyordu. Onlardan birisi belediye otobüslerinin önlerine asılan Türk bayrağının anlamını çözmeye çalışarak arkadaşına, “Bugün ne oldu ki?” diye soruyordu.
Soru sorulan sorandan daha uyanık değildi. Lakayt ve umursamaz bir eda ile, ortak tanıdıkları bir erkek arkadaşlarının ismini anarak, onun doğum günü olabileceğini söylüyordu!
Merhum Mehmet Akif Ersoy ya da Çanakkale gazilerinden biri bu konuşmaya şahit olsa ne düşünürdü acaba?
Her 18 Mart günü Çanakkale şehitlerimizi rahmetle anıyor, şefaatlerini diliyoruz. Zira 18 Mart büyük bir zaferin, muhteşem bir destanın adıdır.
Sadece bazı ecnebi yazarların, Çanakkale’ye bizi yok etmek için gelenlerin torunlarının yazdıklarına, söylediklerine bakmak bile Çanakkale’de verilen mücadelenin ve kazanılan zaferin büyüklüğünü anlamak için yeterlidir.
Çanakkale destanının çarpıcılığını farklı açılardan görmemizi sağlayan çok etkileyici kesitler var tarih sayfalarında. Onlardan bazılarını hatırlayalım..
2 Haziran 1916’da Kolağası (Yüzbaşı) Mehmed Tevfîk, Çanakkale Harbi’nde bir İngiliz mermisi ile yaralanmış ve şehîd olmadan önce şu mektubu yazmıştı:
Ovacık yakınlarındaki Ordugâhtan 18 Mayıs 1331 Pazartesi (1916)
Sebeb-i hayatım, feyz-i refîkım,
Sevgili babacığım ve vâlideciğim,
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamdolsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümîdim olmadığından, bir hâtırâ olmak üzere, şu satırları yazıyorum.
Hamd ü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderât-ı ilâhiyye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lâzımsa öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i refîkım ve hayatım oldunuz. Hakk Teâlâ Hazretleri’ne nihâyetsiz hamd ve sizlere sonsuz teşekkürler ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamânıdır. Vatanıma olan mukaddes vazîfemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehîdlik rütbesine kavuşursam, Allâh’ın en sevgili kulu olduğuma kanâat edeceğim. Asker olduğumdan, bu her zaman benim için pek yakındır.
Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Gözbebeğim olan hanımım Münevver’i ve oğlum Nezihciğimi önce Cenâb-ı Hakk’ın sonra sizin himâyenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapmaya çalışınız. Servetimizin olmadığı mâlumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstersem de boşunadır. Refîkama (hanımıma) hitâben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz! Tabiî ağlayıp üzülecek; tesellî ediniz. Allâh Teâlâ’nın takdîri böyle imiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refîkamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha geniştir. Kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni afvediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Rûhumu şâd ediniz! İşlerimizin düzeltilmesinde refîkama yardımcı olunuz!
Sevgili hemşîrem Lütfiyeciğim!
Bilirsiniz ki, sizi çok severdim. Sizin için gücümün yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusûr etmişimdir. Beni afvet, mukadderât-ı ilâhiyye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!
Ey akrabâ ve dostlarım, cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz! Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun! Elvedâ, elvedâ! Cümlenizi Cenâb-ı Hakk’a tevdî ve emânet ediyorum. Ebediyyen Allâh’a ısmarladık, sevgili babacığım ve vâlideciğim…
Oğlunuz
Mehmed Tevfîk
….
Anzaklı Ömer
Yıl 1957.. Çanakkale harbine katılan Josef Miller isimli bir Anzak, yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle Amerika’da hastanede bir Türk doktoru tarafından tedâvî edilmekteydi. Bunu öğrenen yaşlı Anzak, Türk doktora:
“–Târihin cilvesine bakın ki, Çanakkale’de ölmek üzereyken beni tedâvî edenler Türkler idi. Şimdi de yıllar sonra bir Türk’ün elinde tedâvî görüyorum..” dedi.
Ardından kendilerinin nasıl kandırılarak Çanakkale harbine getirildiklerini anlattı. Sonra gözleri doldu ve hiç unutamadığı bir hâdiseyi şöyle nakletti:
“–Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türkler’in cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım. Kendime geldiğimde Türkler’in arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkler’i çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedâvî etmişler. Hiç birinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikrâm ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdetâ bir misâfir gibiydim. Artık içimden «Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizler’e!» diyordum. Nihâyet serbest bırakıldım ve memleketime döndüm…”
Yaşlı Anzak ağlamaya başlamıştı. Türk doktorun adını sordu. “Ömer” cevabını alınca, yıllardır karar verdiği, fakat bir türlü bir vesîle bulup da ortaya çıkaramadığı bir niyetle yatağından doğruldu. Bir müddet Doktor Ömer Bey’in yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra derin bir nefes alarak o ana kadar tadamadığı bir haz ve vecd içinde:
“–Evlâdım! Ne güzel bir ismin var! Şimdiden sonra benim adım da Ömer olsun; Anzaklı Ömer olsun!..” dedi.
Ardından, kendisini büyük bir şaşkınlık içerisinde dinleyen Ömer Bey’e tekrar seslendi:
“–Müslüman olmak istiyorum!..”
Doktor Ömer Bey’in yardımıyla kelime-i şehâdet getirdi. Sonra bir tesbih ve seccâde ricâ ederek şöyle dedi:
“–Evlâdım! Ben bunları sizin dedelerinizde görmüştüm. Onlar, harbin en zor anlarında iken, hattâ ölüme adım atarlarken bile dillerinden Allâh’ın zikrini düşürmüyorlardı. Onlar, tesbihlerini çekerken, yüzlerinde bambaşka hâller ve güzellikler sezerdim. Ömrümün şu son günlerinde ben de o hâli yaşamak istiyorum..”
Doktor Ömer Bey, derhal onun taleplerini yerine getirdi. Anzaklı Ömer, gücü tükenmiş parmaklarını zorlayarak tesbih tanelerini «Allâh, Allâh» nidâlarıyla çekmeye koyuldu. Gönlüne ve yüzüne inen nûr-i ilâhî ve huzur dışarıdan bile hissediliyordu. Sanki hastalığından kurtulmuş, dünyevî hiçbir ızdırabı kalmamıştı.
O, gücü yettiği kadar dînini de Doktor Ömer Bey’den öğrenme gayretiyle son günlerini mânevî bir haz ve neşve içinde geçirdi. Birkaç ay sonra da elinde tesbih Allâh’ın ismini zikrede ede rûhunu Rabbine teslîm etti. O, öldürmeye gittiği kimseler tarafından gerçek diriliğe erişmiş bir bahtiyar olmuştu.
Anzaklı Ömer hikayesinde görülüyor ki, zaferi kazan askerimiz, savaşın en kritik zamanlarında da Rabbimize derinden bağlılık içerinde ve sürekli yakarış halindedir.
Onların teslimiyetleri düşmanlarını çok etkilemiş.
Son nefeslerine yaklaşmışken yazdıkları mektuplardan anlaşılıyor ki, en zor zamanlarda bile metanetlerinden hiçbir şey kaybetmemişler.
Dün Çanakkale zaferinin yıldönümü idi. Bu vesile ile başta Çanakkale şehitlerimiz olmak üzere bütün geçmişlerimizi rahmetle anar, şefaatlerini dileriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.