Sait GÜVEN
“Büyük biraderi seviyordu.”
Böyle biter George Orwell’ın eşsiz eseri 1984 romanı. Her şey romanın kahramanı Winston’ın; çarpıtılan, unutturulan, yeniden kurgulanan ve bu haliyle kabul ettirilen gerçeklerin farkına varmasıyla başlar. Neler yapılabilir sorusunun peşine düşer, âşık olur, yakalanır, ağır işkencelerden geçer. Tahammülün bittiği noktada biricik aşkını satar. Serbest bırakıldıktan sonra, dışlanmış eski bir mahkum olarak oturduğu bir barda, binlerce hayata mal olmuş uyduruk bir zaferin öyküsünü dinlerken vardığı bilinç(!) ise “Büyük biraderi seviyorum.” olur. İşte tam bu nokta Winston’ın kafasına sıkılacak kurşunu beklemesi gereken noktadır. Ölecek, ve kayıtlardan silinecek hiç yaşamamış gibi olacaktır. O artık bir “yokkişi”dir.
Totaliter bir rejime dönüşen komünizme yönelik bu eserin yukarıdaki çok çok sınırlı özeti bile inanıyorum ki birçoğunuza tanıdık gelmiştir. Benim gibi 12 Eylül’ü zar zor hatırlayanlar bile sözde toplum mühendislerinin yukarıdaki öyküyü hiç de aratmayan icraatlarına şahit oldu. Doksanlı yıllardan itibaren dünyayı saran değişim rüzgarının altlarındaki zemini kaydırmaya başladığını gören elitistlerimiz, “mutlu azınlık” konumlarını kaybetmemek için güç birliğine gittiler. Sonradan adının “Ergenekon” olduğunu öğrendiğimiz bu oluşum başından beri sadece ve sadece menfaatlerini kaybetmemek üzerine kurulu idi. Normal zamanlarda yan yana gelmelerine bile şaşılacak isimlerin ve kurumların birlikte çalışması başka nasıl izah edilebilir. “ Kızıl Elma Oluşumu” diye bir garabeti bu süreçte görmedik mi?
1930’ların “halk- vatandaş” ayrımını hâlâ sürdüren bu mutlu azınlığın cami bombalamak, kendi uçaklarımızı düşürmek gibi gemi azıya almış planları ayrıcalıklı konumlarını kaybediyor ve artık gerçekten “eşit” hâle geliyor olmalarını hazmedememelerinin sonucudur. Yıllar yılı yargıda, akademik yaşamda, TSK’da kısaca bürokratik ve siyasi yaşamın her alanında yasaları istedikleri gibi yorumlayarak elde ettikleri konumları artık sarsılmaya başladı. Ayrıcalıklarını korumak adına seksen yıl boyunca bir kılıç gibi tepemizin üstünde tuttukları “hukuk devleti” ifadesinin beynelmilel normlarda gerçeğe dönüşmesi onları çıldırtıyor. Bir zamanlar onların kölesi ve gücü olan “legalite” artık karşılarına dikilmiş onlardan hesap soruyor. O zaman ne yapacaklar: Yaşasın illegalite…
Kökenleri “İttihat ve Terakki”nin Selanik kadrosuna kadar dayanan, komitacılık ve sinsilik genetik kodlarına işlemiş , altmışlı yetmişli yıllarda Gladyocu amcalarından epeyce bir şeyler öğrenmiş bu “beyaz Türkler” mecbur kalınca seksen yıldır ihtiyaç duymadıkları yer altı alışkanlıklarına geri döndüler. Bu dönemde en büyük destekçileri elbette ki medya oldu.
Necip(!) Türk basını 1984 romanındaki yöneticileri bile kıskandıracak derecede “gerçeği çarpıtma” gücüne sahipti ve bunu arsızca kullanmaktan hiç çekinmiyordu. 28 Şubat sürecinde gerçeği öyle ters yüz ettiler ki aklı başında insanlar bile bildiklerinden şüpheye düştüler. Gözlerimizin önünde cereyan eden hadiseleri bile onlar bize nasıl anlatıyorsa öyle algılamaya başladık. Ülke elden gidiyordu, hemen bir şeyler yapılmazsa bazı doğu komşularımızın güdümündeki güçler hepimizi ortaçağın karanlıklarına götürecekti. Bize anlatılan masal işte buydu. Ve o kadar güzel kurgulanıyordu ki bazı mütedeyyin insanların bile fikrini bulandırmakta başarılı oldular. O dönemin haber bültenlerini biraz hatırlasanız yeter. Aczmendiler, Kalkancılar, Fadime Şahinler ve daha neler…
Gerçekler alenen yeniden kurgulanıyor ve topluma –tabiri mazur görünüz- yutturuluyordu. Ekranlarda ve gazete köşelerinde türeyen sahte kahramanlar, her gün bir düğmeye basıyor ve masum, mütedeyyin insanların hayatıyla oynuyordu. Hedef belliydi. Herkesi bu yapılanların haklılığına inandırmak ve nihai noktada bunu yapanları sevdirmek.
Ama unuttukları bir şey vardı: Türk milletinin eşsiz basireti… O küçümsedikleri, aciz gördükleri, “göbeğini kaşıyan adam” diye aşağıladıkları, onlar ne söylerse ona inanacaklarını sandıkları millet onları öyle bir silkeledi ki “bin yıl sürecek” dedikleri planları iki üç yıl bile sürmedi. Milletin onlara verdiği mesaj açıktı: “Büyük değilsiniz, biraderimiz hiç değilsiniz.”
Peki milletin verdiği bu yaman dersten bir sonuç çıkardılar mı? “Ne gezer!” dediğinizi duyar gibiyim. Birileri şifreli yer altı oyunları peşinde koştururken diğerleri bir yandan “faaliyetleri askıya alın” hezeyanlarında bir yandan da fişlemeciliği tescillenmiş tutukluları birinci sıradan aday göstermekle meşgul. Ne diyelim Allah ıslah etsin. Tokat yemek hoşlarına gidiyor demek ki…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.