Prof. Dr. Şahin UÇAR
Benlik meselesi: (2)
“Bismillah ir- Rahman ir-Rahim.
Ve lillâhi’l-maşrıku ve’l-mağribu
Fe’eynemâ tuvellû fe-semme vechullâh”
“Şark da Garb da Allah’ındır.
Ve hangi yöne dönüp baksan orada,
hemen Allah’ın yüzü ile karşılaşırsın”
(el-Bakara 2/115).
“Nihân ettim kelâmım gerçi ma‘nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün; o perde, vasf- i yâr oldu”
1.1. “ego sum qui sum”( I am who I am): “Ben, Ben'im.”
“Ben, benim” diyerek, söze bu “Benlik” kavramı ile başlıyoruz; çünkü, Benliğimiz etrafındaki dünyayı idrâk ederken, yalnızca dış dünyadan alınan bir takım ihsas ve intibaları terkip ve tasavvur etmekle iktifa etmez. Bilakis, her benlik kendi dışındaki kâinâta dahi kendi rûhunu yansıtmak ister. Hattâ denebilir ki, etrafımızdaki dünyadan aldığımız ihsas ve intibâları bile, kendi rûhî ihtiyaçlarımızın yönlendirdiği bir idrâk seçiciliği vasıtasıyla ve bir süzgeçten geçirerek alıyor ve kendi rûhumuzun kalıbı içinde yoğurarak yeniden tasavvur ediyoruz. “Algının seçiciliği” tabiri bilinen bir şey. Demek istiyorum ki, dünya tasavvurumuz, bir ölçüde de olsa, keyfî bir tasavvurdur: bir “kurgu”dur. Benliğimizin işbu “dış dünya kurgusu” hakkında konuşmak isteyince, buna dair bir farsça rübâî ile ilgili, çok uzun zamandan beri unuttuğum bir hâtıra birdenbire yâdıma düştü: sözlerime, benliğimizin dış dünyaya nasıl seçici bir dikkat ile baktığını gösteren bu hâtıra ile başlayacağım.
Her yer karlarla kaplıydı... 'ağızdan çıkan nefesin sakalda, bıyıkta buz tuttuğu' günlerden biriydi...Hani derler ya, Evliyâ Çelebi Erzurum'un kışını tarif etmiş: “bir kedi damdan dama atlarken soğuktan donmuş ve buzu çözülünceye kadar havada asılı kalmış!” İşte öyle bir günde, Gömlekçi Hatem Usta'nın dükkanında oturmuş, sohbet ediyordum. “Evliya'nın bu 'kış tarifi'ne ne dersin Usta?” diye sorduğumu hayâl ediyorum... Derdi ki, meselâ: “Sanki Evliya Çelebi yalan mı yazmış: olur a, bir kış günü bir kedi damdan dama atlarken yaralanabilir. Hava böyle olursa, donup, ölür; cesedi çatıda kalır: fakat karlar biraz erirse, kedinin leşi, çatıdan aşağı kaymaya başlar ve şöyle düşecek gibi olur. Amma, hava tekrar soğursa, kedi çatının ucunda donar, kalır. Kışın çatılardan sarkan uzun buz saçakları olur ya hani, işte bu donmuş kedi, o buzlardan birine yapışmış ve buz saçağının ucunda çatıdan aşağı sarkmış olabilir. Yani ki, hava ısınıp buzu çözülene kadar, kedi öylece, havada asılı kalır: Her sözün bir yakışanı var.” Demek ki,“kedinin soğuktan donup havada asılı kalması” gibi bir söze bile, mantıklı bir açıklama yakıştırılabilir. Hatem Usta, kendi deyişiyle, “Hekâtçı Hâfızlar” dinlemiş bir âdemdi. Öyle bir “mîr-i kelâm” idi...Ve işte öyle bir kış gününde, sanki eski zamanlardan gelen bir heyûlâ gibi, sakalı bıyığı buz tutmuş cezbeli bir Molla, bir ruzgâr uğultusu ile birlikte, dükkan kapısından içeri süzülüverdi. Usta bizi tanıştırır tanıştırmaz, Molla'nın içindeki Derviş uyandı; birdenbire aşk ü şevk ile cezbeye geldi ve “Size Hasan Harakaani Hazretinden bir rubâi!” diye gürledi; görelim ne söyledi:
“esrâr-ı ezel râ ne tü dânî vü ne men
v'in harf-i muammâ ne tü hânî vü ne men
hest ez pes-i perde güftügûy-î men ü tü
çün perde berüfted ne tü mânî vü ne men”
“esrâr-ı ezelden ne sen âgâh ne de ben
bir harf-i muammâ ne sen âşnâ ne de ben
bir perde var andâ ne konuşsak sen ü ben
çün perde iner anda ne “sen” var ne de “ben”.
Rübainin sözleri arasına bir “Mâni-i Nakkâş” mazmûnu ilave ederek ve dahi şiirde söylendiği üzere, lisân-ı nazm ü vezn açısından varlığı-yokluğu bile gayet şâibeli bir “ü” harf-i muammâsını “gözgü”(ayna) misâli yerleştirerek, yaptığım farklı bir tercümesi de bu ki:
esrâr-ı ezelden ne sen âgâh ne de men
bir harf-i muammâ “mâni-i nakkâş” diyen
bir perdenin ardında ki var: “ben” ,“sen”, [!\ü\?] laf
çün perde iner anda ne “sen” var ne de “men”
Elbette, ezeliyet sırlarını ne siz bilebilirsiniz, ne de ben. Sultanahmet Meydanı'nda, Mısırdan gelme Dikilitaş'ın üzerindeki esrarengiz hiyeroglif harfleri bizler için, hiç âşinâ olmadığımız garip bir muammâ değil mi? Gerçi Champollion bu hiyeroglifleri okumayı başarmıştı. Tesadüfen, Hiyeroglif dahil üç ayrı dilde yazılmış bir “Kleopatra kitabesi”ndeki, “Kleopatra” kelimelerini birbiri ile mukayese etmek suretiyle, harflerin hiyeroglif karşılıklarını deşifre edebilmişti. Yine de eski Mısır tarihi anlaşılmaz sırlarla dolu kaldı. Ama târihî yâdigârlar arasında, hâla okuyamadığımız bazı yazılar daha var. Bizim kültürümüzdeki en meşhur besmele bir Karahisârî besmelesidir; ama en zor okunan da, o değil mi? Aslında bitişmesi gerekmeyen bütün harfler, besmelenin bütün harfleri, birbirine bitişerek, âdeta sürrealist bir resme dönüşmüş: Karahisari besmelesi o kadar yaygındır ki, aslında herkes bir şekilde o besmeleyi görmüştür, farkına varmamış olsa bile... Eğer onun besmele olduğunu kültürümüz sayesinde önceden bilmesek, asla okuyamazdık değil mi? Besmele deyip geçmeyin: Besmelenin “B” si, ilmin kapısı: Bu yazı mecazını aşsak, yahut bir yana bıraksak bile, acaba beşeriyetin yeryüzündeki mâcerâsını, yahut kendi kaderimizi, hayâtımızın nihâî ma'nâsını, ne kadar anlıyoruz sanki?
Halbuki, “hayâtın nihâî ma'nâsı nedir? Ben, ben deyip duruyoruz: Ama, “Ben neyim? Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Ne yapmalıyım? Neye inanabilirim? Yahut bu hayattan ne ümîd edebilirim?” gibi, insan olduğumuz sürece düşünmekten vaz geçemeyeceğimiz sualler, içinde yaşadığımız işbu consumerism/ tüketim çağında, belki de “işitilmesi bile istenmeyen sualler” gibi görünüyorlar. Naklettiğim rübaiye göre ise, ezelî sırları zaten -bilmek istesek te- bilemeyiz. İnsanlık tarihinin yazıldığı kitap öyle muammalı harflerle, yahut sözgelişi, öyle okunamayan hiyeroglifler ile yazılmıştır ki istesek te okuyamayız.
Demek ki, evleviyet ile harfleri sökmek lazım. Elifbâ öğrenirken ebced bahsine gelen bir tıfl-ı ebced-hân, yani daha yeni ebced okuyan bir çocuk gibi... Ancak “ebced” okuduktan sonra, kelimelere ve ilâhî kelâma muhâtab olmak şerefini kazanabiliriz. Şaka gibi gelebilir, ama misal olarak, benim “Mülk ve Hilâfet” kitabımın hikayesini de anlatabilirim, ki aynen böyle vücuda gelmişti. Bir zamanlar, Süheyl Ünver Hocamla “kûfî yazı” çalışırken, Sivas Çifte Minare Medresesi'nin kapısındaki bir kitabede yazılmış olan “el-mülkü lillah” ibaresini bir türlü okuyamamıştım. Kûfî Hocam, Süheyl Ünver de okuyamamıştı. Önceleri Arapçam çok zayıf olduğu için okuyamadığımı zannetmiştim. Hatta, daha sonra Erzurumda asistanken, işbu kûfî yazıyı gösterdiğim arapça profesörü Nazif Şahinoğlu bile okuyamamıştı. Sadece kufi yazı zor olduğu için değil, ama galiba o kitabenin imlasında da bir hata vardı. Her neyse, seneler sonra, o yazının harflerini bir şekilde çözerek, yine ancak ben kendim okudum: Fakat okuyabilmek için kültürümü artırmam ve bu ibarenin anlamını dahi, Kitab-ı Mukaddes'te geçen “Molok” tabiri ile irtibatlandırararak -demek istiyorum ki, yazıyı okumadan önce kendi kafamda ifadenin ma'nasını ve şümulünü anlayarak- çözmem gerekmişti. Asistan olduktan sonraki yıllarda, bir ziyaretim sırasında, Süheyl Hocama bir “kûfî Fâtiha” yazımın fotoğrafını götürmüştüm. Hocam, o zaman, yaptığım fatiha kompozisyonunu beğenmekle beraber, “benim artık hat yazmayı bırakıp Çifte Minarenin tarihini yazmam gerektiğini” israrla tenbih ve tavsiye etmişti. Kani ol demler ki ben bir mâni-i nakkâş idim? Hocanın bu temennisi, Çifte Minaredeki işbu “el-mülkü lillah” ibaresinin verdiği ilham ile, “Tarih Felsefesi açısından Mülk ve Hilafet” isimli kitabımı yazmama sebep oldu: böylece, bir bakıma, hocamın arzusu gerçekleşmiş oldu. Buna benzer bir “okunamayan harfler” mecazını da İngiliz şairi Samuel Taylor Coleridge'in “Tractato Theologico-Metaphysical” isimli eserinde görüyoruz. Coleridge'in yaptığı benzetme ile söyleyecek olursak:
"Tabiat aslında okumasını bilmediğimiz bir kitaba benziyor: Bir iptidai afrikalı tasavvur edin ki, kaba sabadır, amma meraklıdır: eline bir kutsal kitap geçmiştir; herkesin çok değer verdiği bu kitabın esrarengiz bir şekilde kendi insânî kaderi ile ilgili olduğunu hissetmektedir ve kendince kitabın büyüsünü, kelimelerin sihrini, çözmek istemektedir: ancak okuma yazma bilmiyor. O vahşî ve serâzâd zekâsı ile, bu sembollerin sihirli dünyasına nüfûz etmek istiyor; önce farklı büyüklüklerine rağmen parağrafların meydana getirdiği üniteleri tefrik ettiğini varsayalım. Zekasını kullanmaya devam ediyor ve harflerin meydana getirdiği kelime gruplarını [setleri] teşhis ediyor ve nihayet garip şekilli harflere ve imla işaretlerine gelip dayanıyor. Dilini bilmediği ve konuşturamadığı bu kitap hakkında keskin zekası ona daha fazla ne bilgisi verebilir? Mükerrer harfleri sayar, sınıflandırır, her birini titizlikle inceler; amma, nihayet (zekası onu daha fazla ileri götüremez) bu harflerin yirmi şu kadar küsur işaretden ibaret olduğunu görür. Esrarlı, belki büyülü ve fakat ruhuna nüfuz edilemeyen, bir takım semboller. Bir misyoner gelip ona kitabın rûhunu açmadıkça, onun diline çevirip okuma yazma öğretmedikçe, bu vahşî zekâ kitaptan ne anlayabilir: İşte size tabiat ilmimizin vaziyetini gayet iyi temsil eden bir misal: bu varlık, ma'nâsını anlamaksızın, diline nüfûz edemeden okumaya çalıştığımız bir kitaptır, harfleri sınıflandır, say ve orada dur: hiçbir temel fikrin ışığıyla yönlendirilmemiş bir düzenleme; yalnızca düzenli; ama esaslı bir metodu yok... Netice, öğrenilmiş ve sistemli cehaletten ibaretdir."
İçinde yaşadığımız çağın “dünya görüşü” işte bundan ibâret:
“Öğrenilmiş ve sistemli cehâlet”...
Öncelikle, Bugünkü dünyayı anlamakta, eğitimimizin “öğrenilmiş ve sistemli bir cehalet” telkin eden bir “indocrination” mahiyetinde olması sayesinde, sahip olduğumuz işbu “dil ve kültür anlayışı”nın yol açtığı bir takım problemleri tartışmak istiyoruz. İşte tam bu noktada demek istiyorum ki, benliğimizim, etrafındaki bu dünyayı idrâk ve tasavvur ederken; çevreden aldığı bütün ihsâslar ile edinmiş olduğu bu eğitim -işbu indoctrination (yani bir doktrin telkin etme) mahiyeti yüzünden meydana gelen- “öğrenilmiş ve sistemli bir cehâlet” ten ibaret: Ve işte bu eğitim sayesinde, her beşerî benlik, içinde yaşadığı dünyayı gerçekte olduğu hale göre değil, işte bu “sistemli cehâlet doktrinine göre kurgulayarak”, tasavvur etmektedir. Kısaca, içinde yaşadığımız dünyayı gerçek hali ile görmek ve anlamak yerine, “keyfî olarak ve kendimize göre algılayarak” ve benliğimizin iyice alıştığı işbu “öğrenilmiş ve sistemli cehalet dokrini”nin bakışaçısına göre, “kurgulayarak tasavvur” ediyoruz. Böylece, içinde yaşadığımız dünya hakkındaki bu “dünya tasavvuru”muz dahi, gerçek olmaktan ziyade, benliğimizin bir kurgusundan, keyfe mâ yeşâ (kendi istediği gibi), keyfî bir tasavvurdan ibaret hale geliyor. İşte bu yüzden, işbu idrak tarzına “bugünü kurgulamak” diyorum. Benliğin etrafındaki dünyayı idrâk ediş tarzının, böyle bir öğrenilmiş ve sistemli cehalet perdesi ardında kaldığı takdirde, gerçek dünya yerine bir kurgulanmış dünya (tahayyül ve tasavvur mahsulü bir sahte dünya) inşa etmesine şaşmamak lazım.
Yani naklettiğim şiirde de söylendiği gibi, gerçekler nüfuz edemediğimiz bir perdenin ardında kalmış oluyor. Gözlerimiz önünde, bu dünyaya mahsus aslî gerçekleri görmemizi önleyen, bir perde var. Fakat zaman değişir ve zamanın içinde yaşayan bizler dahi, istesek te istemesek te, değişiriz. Öyle bir zaman gelir ki, işbu şiirde de söylendiği üzere, bu tiyatronun perdesi iner, oyun biter ve oyun süresince tasvir ve temsil edilen o dünyanın bir kurgudan ibaret olduğu, yani gerçekte var olmadığı, anlaşılır. Bugün dünya böyle bir geçiş noktasındadır. Perde inmektedir ve bugüne kadar öğrendiğimiz ve bildiğimiz şekli ile, o eski dünya tasavvurları ve dünya görüşlerinin, perdenin ardındaki bir benliğe mahsus duyuş ve anlayış seviyesi ile ifade edilmiş güftügû/dedikodu mahiyetinde boş laflardan ibaret olduğu, yani bu eski dünya görüşlerinin “kalıcı olamayacağı” artık anlaşılmıştır. Elbette bu hükümler uzun uzun tartışılmaya muhtaçtır: ancak bu bahsi, öncelikle “benlik” kavramından, yani iç alemimizdeki kendi varlığımıza dair şuurdan, hareket ederek ve benliğin kendi dışındaki dünyayı tasavvur etmesi suretiyle, kendi dışındaki işbu dünyaya dair, “kendine göre bir dünya görüşü”, bir kurgu geliştirmesi, yani “benliğin dünyayı anlamlandırma biçimi” istikametinde ele almak istiyorum. Bu bahse giriş sadedinde, şimdi de kendi şiirlerimden bir beyti yâd edeceğim:
“Nihân ettim kelâmım gerçi ma‘nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-i hüsnün, o perde vasf- i yâr oldu”
Çünkü ne de olsa, ben de bir divan şairiyim ve bu sebeple, işbu beytin dili de Osmanlıca; yani siz anlayamazsınız: halbuki, sözgelişi hepimiz Türkçe konuşsak, kolayca anlaşacağımızı düşünürüz. Bu Osmanlıca beyit bir yana, işte şu anda pekâlâ türkçe konuşuyoruz, o halde pekala anlaşabilmemiz gerekirdi. Ne var ki, lisan felsefesi açısından durum bu kadar basit değil: elbette hepimiz türkçe konuşuyor olsak dahi, diyebilirim ki, hiç de ayni dili konuşmuyoruz. Hatta, Babil Kulesinin inşa edildiği çağlardan beri, neredeyse herkes, kendi husûsî dilini konuşuyor: bildiğiniz gibi Babil Kralı Nebukadnezar zamanında (muhtemelen daha eski Etemenenku Mâbedinin tamir edilmesi sırasında) oluşan bir mazmûna göre, insanlar Tanrılık katına kadar ulaşmak için tâ göklere kadar yükselen Babil Kulesini inşa etmeye kalkışmışlar: Ve Tanrı onların konuştuğu dili farklı ve çeşitli dillere dönüştürdü. Ve bu yüzden insanlar artık kendi aralarında anlaşamaz hale geldiler. Ve Babil kulesi inşaatını yarıda kesmek zorunda kaldılar... 1990 yılında, dünyada 6000 küsur dil konuşuluyordu ve bugünlerde, bir hesaba göre neredeyse her gün, bir dil tamamen yok oluyormuş: bu da bir başka vâkıa. Ve işte bu yüzden, ben dahi, öncelikle, kendi tarih felsefemi inşa etme gayreti ile geliştirdiğim, kendi anlayışıma mahsus kavramları, kendi düşünce dilimi, kısaca arz ederek konuşmaya başlayacağım. Aksi takdirde, yani benim kullandığım kavramlar önceden bilinmedikçe, korkarım ki hiç anlaşamayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.