Sait GÜVEN
Bekleme Salonu
Bekleme salonları hayat gibidir, kapıdan içeri neyin gireceğini bilemezsiniz ve kapıdan içeri çok şey girer. Birbirine çok benzeyen ya da hiç benzemeyen öyküler, habersizce paylaşır aynı mekânı. “İnsan öyküsünden ibarettir.” Diye okumuştu bir yerde genç adam. Bekleme salonlarını severdi bu yüzden. Orada o kadar çok öykü görmek mümkündür ki… Anlatıcılar iki çeşittir bu salonlarda ve ikisini de iyi tanımıştı genç adam. Bekleme salonlarında ya tamamen kendisidir insanlar ya da tam tersi rol yapmaktadır.
Mesela yolculuk bileti bile babasının elinde duran ve ikide bir saatine bakan genç kız… Sorsalar, hemen yanı başında sessizce oturan annesine ayrılık acısıdır kızının yüzündeki hüznün sebebi. Oysa ta ilkokulu yatılı okuduğu yıllardan beridir bu salonlara âşina olan genç adam bilmektedir ki kızın tek arzusu, biletini bile kendisine son anda verecek olan babasından ve sesini çıkarmayan annesinden bir an önce uzaklaşmak, uzak ve küçük bir şehirde de olsa kendi yaşamına geri dönmektir.
Biraz ileride tek başına oturan otuzlu yaşlardaki adamın hüznü gerçektir. Ellerinin iki yanda öylece duruşundan, otuz dakikadan fazladır bir kere bile saatine bakmayışından bile bellidir ki gideceği yerde bu şehirde bulamadığından fazlası yoktur. Burada insanlar sürekli saatine bakar çünkü, kimi zamanın hızlı geçmesinden şikayetçidir kimi bir türlü geçmemesinden. Bekleme salonunda saatlerine bak(a)mayanlar, gitmek veya kalmak kendisi için artık bir anlam ifade etmeyenlerdir.
Genç adam da son beş dakikadır saatine on kez bakmıştır. Birazdan kendisini İstanbul’dan okumakta olduğu küçük Anadolu kentine götürecek olan otobüse binecektir ama saatine bakmasının sebebi o değildir. Bir kez daha baktı saatine, ama zamanı algılayamadı bu sefer. Hani çoğumuza olur ya, saate bakarız da başımızı çevirir çevirmez unuturuz akreple yelkovanın ne söylediğini. Genç adama da bu oldu. Kolundaki saati ona fakülteyi kazandığı yıl babası almıştı. Haritadaki yerini bile bakmaksızın hatırlamayacağı ama hayatının dört yılını geçireceği o küçük kente giderken içine korkuların gölgesi sinmiş bir sürü nasihatle birlikte, orada geçireceği zamanın ailesine olan maliyetini unutturmayacak bir saat…
Giyinirken, saatini hep en son takardı. Bu sefer de öyle oldu evden çıkarken. Çantasını almadan hemen önceydi saatini takması. Mutfakta annesine sarıldı, salonda babasının elini öptü. Kardeşleriyle vedalaştı ve çıktı. Her zaman apartman kapısına kadar inen babası bu sefer kalkmamıştı. Salonda sessizce ağlayan ablasını paylamakla meşguldü çünkü iki yıl önce babasının hiç istemediği biriyle tüm şartları zorlayarak evlenen ablasını… Evliliğe gerçekte hiç rıza göstermemişti babası. Bu yüzden Hilâl’in eve her gelişi başka bir tatsızlığa dönüşürdü. Kızıyordu aslında babasına genç adam. Bu kadar mı büyüktü kız kardeşinin kabahati? Yarın kendisi de “farklı” biriyle evlenmek isterse ona da mı böyle davranacaktı babası? Fakat genç adam kararlıydı ablası gibi ezdirmeyecekti kendini yaptığının arkasında duracaktı. İçi sıkıldı, bir daha saatine baktı, tam o sırada bekleme salonunun kapısı açıldı ve “o” içeri girdi.
Yaklaşık iki yıldır aynı fakültede okuyorlardı. O da genç adam gibi hep dönemin ilk gününü seçerdi yola çıkmak için, hiç uzatmazdı tatilini. Bu kalp çarpıntıları, yüzünün alev alev yanması ne zaman başladı tam olarak bilmiyordu genç adam. Aslında ne hissettiğini de tam olarak bilmiyordu. Bilse belki de gidip konuşabilirdi onunla. İyi de ne diyecekti ona daha kendine bile bir şey diyemezken. Şimdi yaklaşık on saat aynı araçta yolculuk edeceklerdi -daha önceki yedi sekiz sefer gibi- ve aralarında tek bir kelime dahi geçmeyecekti.
Kız içeri girdi ve kapı kapandı. Hayret, ilk defa yalnız geliyordu, oysa hep babası yolcu ederdi onu. Elinde çantayla etrafa bakındı kız, tek boş yer genç adamın yanıydı. Allah’ım diye düşündü genç adam ne kadar da uzun sürdü bu bir saniye genç kız gelip de yanına oturmadan önce. Dönüp bakamadı bile genç adam, ta ki bir iç çekiş duyana dek. Ağlıyordu genç kız. Kömür karası gözlerden billur taneleri dökülüyordu biteviye. Çantasında bir şeyler aranırken kız, tüm cesaretini toplayıp bir mendil uzattı genç adam.
Ömründe gördüğü en acı, ömründe gördüğü en güzel, ömründe gördüğü en derin tebessümle aldı mendili genç kız. Sonra, bir yabancıya zayıf yanını gösterdiğinden olacak- hemen her zamanki soğuk zırhına büründü, teşekkür eder etmez. Aralarındaki tüm konuşma bundan ibaret kaldı, eğer buna bir konuşma denebilirse. Tabi genç adam bilemezdi kızın da evden çıkmadan önce kendisininkine benzer bir manzaraya şahitlik ettiğini ve biraz önce ağlarken kendisininkine benzer kararlar aldığını. Göz ucuyla kızın biletine baktı, ikisi de aynı sıranın koridor tarafında oturuyorlardı. Bu bir fırsat diye düşündü, yüzü aydınlandı.
Anons yapıldı, kalktılar, koltuklarına yerleştiler. Genç kız utandı az önceki kabalığından; özür dilemek için genç adama doğru döndü. Dudakları kıpırdamaktaydı genç adamın -annesi öğretmişti, yola çıkmadan yedi Ayet-el Kürsi okunurdu- ellerini yüzüne sürdü. Genç kız başını çevirdi, önüne döndü ve bir daha genç adamla konuşmadı.
Genç adam utandı az önce kıza moral verecek bir şeyler söyleyemediği için. Şimdi biraz daha iyi misiniz, demek için kıza doğru döndü. Kız boynundaki kolyeyle oynamaktaydı, bu bir kılıçtı, genç adamın babasından hikâyelerini dinlediği bir zirve ismin kılıcı. Genç adam başını çevirdi, önüne döndü ve bir daha genç kızla hiç konuşmadı.
Araba hareket etti. Bekleme salonu yine dolup boşaldı. Yine birbirine çok benzer, birbiriyle kesişse ortaya yepyeni renkler koyacak öyküler birbirinin varlığından habersiz geçip gitti bir el uzatma mesafesinden, şarkıda dendiği gibi “aynı rüyayı görüp ayrı yollara”…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.