xxx33
Basın "Medya" olmadan önce kol kırılır yen içinde kalırdı...
Gazetelerin ve gazetecilerin haber konusu olması yeni medyatik düzenimizin bir özelliği. Eski basın döneminde, bırakın genel yayın yönetmenlerinin görevlerinden ayrılmalarını, gazetelerin sahip değiştirmeleri bile pek haber yapılmazdı.
Sabah'ın Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa ederek ayrılan arkadaşım Ergun Babahan'ın "Veda Yazısı" nı okurken, bu eski günleri ve tanıdığım eski genel yayın yönetmenlerini düşündüm.
Meslek hayatımın ilk dönemindeki Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ecvet Güresin'in odasında her sabah toplanır ve günün konularını tartışırdık.
Bir sabah yine odasına girdim. Ecvet Bey yoktu.
Sabah gazeteye geldiğinde binaya girerken, kapıcı işine son verildiğini bildiren mektubu vermiş ona.
Daha sonra da "Aile" nin bu defa Nadir Nadi'nin başyazarlığına son vermesine tanık olmuştum.
12 Mart arifesindeki ideolojik kavgalarda Cumhuriyet sermayesi Ecvet Güresin'in tasfiyesine karar vermişti.
Aydın Doğan Ercüment Karacan'dan Milliyet'i aldığında Turan Aytul Genel Yayın Yönetmeni'ydi.
Bir İsrail gezisindeyken işine son verildi ve geziden döndüğü zaman artık Genel Yayın Yönetmeni olmadığını öğrendi.
Benim gazetem
Bir öğle yemeği randevusu için Divan Oteli'nin restoranında konuklarımı bekliyordum.
O dönemde Hürriyet'in sahibi olan Erol Simavi'yi, restoranın barında otururken gördüm. Erol Bey o sabah Nezih Demirkent'i Hürriyet'in Genel yayın Yönetmenliği'nden almıştı.
Yanına gittim.
- Erol Bey neden Nezih'in işine son verdiniz. Çok çalışkandı ve Hürriyet'i yeniden Hürriyet yapmıştı, dedim.
Erol Simavi'nin cevabı çok kısaydı:
- Nezih Hürriyet'i kendi malı sanmaya başlamıştı. Bu gazetenin patronunun kim olduğunu unutmaya başlamıştı...
Basına "Basın" denildiği ve henüz "Medya "
kavramının kullanılmadığı dönemlerdi bunlar.
Patronların evlilik dışı çocukları olur ve bunu herkes bilirdi ama hiçbir gazetede tek satır haber çıkmazdı böyle durumlarda.
Genel yayın yönetmenleri de, Abdi İpekçi veya Çetin Emeç gibi ya öldürüldüklerinde ya da askeri rejimlerde tutuklandıklarında haber olurlardı.
Son askeri müdahale rejimi olan 28 Şubat postmodern darbesinde ise, ortaya bir de "Kartel Medyası" kavramı çıktı.
Kartel'in genel yayın yönetmenleri, kimlerin bakan olacağı, hangi gazete sermayelerine devletin ne tür maddi imkânlar vermesi gerektiği gibi konularda, Ankara'da pazarlıklar yapıyorlardı. Bunun karşılığında da gerektiğinde gazeteler ortak manşetlerle çıkıyor, istenmeyen yazarlar hemen susturuluyordu.
O dönemin nihai değerlendirmede en fazla yaralanan gazetesi Sabah oldu.
O günden bugüne beş kez el değiştirdi Sabah. İki dönem de TMSF'nin mülkiyetine girerek kamu malı veya bir KİT oluverdi.
Memur gazeteciler
Ergun Babahan'ın istifasının gerekçelerini açıklarken "memur bir yayın yönetmeni olmayı istemedim" içerikli cümlesini okuyunca, herkesin suspus edildiği 28 Şubat dönemini de, hepimizin topyekûn memur edildiğimiz TMSF dönemini de hatırladım...
Ahmet Çalık'ın Sabah'ı aldığı günden bu yana bu gazetedeki 1'inci yıl yakında dolacak.
Diğer hiçbir gazetede böylesine radikal özeleştirilerin yapılmadığını okurlarımız da görmüştür.
Bunlara bir örnek Hıncal Uluç'un yazılarından, bir diğer örnek de Sevgili Ergun Babahan'ın veda yazısından verilebilir.
Keşke yönetim biçimindeki üslup farklarından ötürü Ergun Babahan kendisini "Zorunlu Sürgün" e göndermeseydi. O benim hem arkadaşım, hem de yıllarca kader ortaklığı yaptığım değerli bir meslektaşım.
Ama bazen geri dönüşü mümkün olmayan noktalar geçiliyor iş ilişkilerinde.
Biz Sabah çalışanları ise eskiden olduğu gibi yine kendimizi "memur" değil "Bağımsız ve bağlantısız gazeteciler" olarak görmeyi sürdüreceğiz.
Bunun böyle kalmasını en fazla isteyen kişinin de Ahmet Çalık olduğunu söylemeliyim.
Sabah'ın Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa ederek ayrılan arkadaşım Ergun Babahan'ın "Veda Yazısı" nı okurken, bu eski günleri ve tanıdığım eski genel yayın yönetmenlerini düşündüm.
Meslek hayatımın ilk dönemindeki Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ecvet Güresin'in odasında her sabah toplanır ve günün konularını tartışırdık.
Bir sabah yine odasına girdim. Ecvet Bey yoktu.
Sabah gazeteye geldiğinde binaya girerken, kapıcı işine son verildiğini bildiren mektubu vermiş ona.
Daha sonra da "Aile" nin bu defa Nadir Nadi'nin başyazarlığına son vermesine tanık olmuştum.
12 Mart arifesindeki ideolojik kavgalarda Cumhuriyet sermayesi Ecvet Güresin'in tasfiyesine karar vermişti.
Aydın Doğan Ercüment Karacan'dan Milliyet'i aldığında Turan Aytul Genel Yayın Yönetmeni'ydi.
Bir İsrail gezisindeyken işine son verildi ve geziden döndüğü zaman artık Genel Yayın Yönetmeni olmadığını öğrendi.
Benim gazetem
Bir öğle yemeği randevusu için Divan Oteli'nin restoranında konuklarımı bekliyordum.
O dönemde Hürriyet'in sahibi olan Erol Simavi'yi, restoranın barında otururken gördüm. Erol Bey o sabah Nezih Demirkent'i Hürriyet'in Genel yayın Yönetmenliği'nden almıştı.
Yanına gittim.
- Erol Bey neden Nezih'in işine son verdiniz. Çok çalışkandı ve Hürriyet'i yeniden Hürriyet yapmıştı, dedim.
Erol Simavi'nin cevabı çok kısaydı:
- Nezih Hürriyet'i kendi malı sanmaya başlamıştı. Bu gazetenin patronunun kim olduğunu unutmaya başlamıştı...
Basına "Basın" denildiği ve henüz "Medya "
kavramının kullanılmadığı dönemlerdi bunlar.
Patronların evlilik dışı çocukları olur ve bunu herkes bilirdi ama hiçbir gazetede tek satır haber çıkmazdı böyle durumlarda.
Genel yayın yönetmenleri de, Abdi İpekçi veya Çetin Emeç gibi ya öldürüldüklerinde ya da askeri rejimlerde tutuklandıklarında haber olurlardı.
Son askeri müdahale rejimi olan 28 Şubat postmodern darbesinde ise, ortaya bir de "Kartel Medyası" kavramı çıktı.
Kartel'in genel yayın yönetmenleri, kimlerin bakan olacağı, hangi gazete sermayelerine devletin ne tür maddi imkânlar vermesi gerektiği gibi konularda, Ankara'da pazarlıklar yapıyorlardı. Bunun karşılığında da gerektiğinde gazeteler ortak manşetlerle çıkıyor, istenmeyen yazarlar hemen susturuluyordu.
O dönemin nihai değerlendirmede en fazla yaralanan gazetesi Sabah oldu.
O günden bugüne beş kez el değiştirdi Sabah. İki dönem de TMSF'nin mülkiyetine girerek kamu malı veya bir KİT oluverdi.
Memur gazeteciler
Ergun Babahan'ın istifasının gerekçelerini açıklarken "memur bir yayın yönetmeni olmayı istemedim" içerikli cümlesini okuyunca, herkesin suspus edildiği 28 Şubat dönemini de, hepimizin topyekûn memur edildiğimiz TMSF dönemini de hatırladım...
Ahmet Çalık'ın Sabah'ı aldığı günden bu yana bu gazetedeki 1'inci yıl yakında dolacak.
Diğer hiçbir gazetede böylesine radikal özeleştirilerin yapılmadığını okurlarımız da görmüştür.
Bunlara bir örnek Hıncal Uluç'un yazılarından, bir diğer örnek de Sevgili Ergun Babahan'ın veda yazısından verilebilir.
Keşke yönetim biçimindeki üslup farklarından ötürü Ergun Babahan kendisini "Zorunlu Sürgün" e göndermeseydi. O benim hem arkadaşım, hem de yıllarca kader ortaklığı yaptığım değerli bir meslektaşım.
Ama bazen geri dönüşü mümkün olmayan noktalar geçiliyor iş ilişkilerinde.
Biz Sabah çalışanları ise eskiden olduğu gibi yine kendimizi "memur" değil "Bağımsız ve bağlantısız gazeteciler" olarak görmeyi sürdüreceğiz.
Bunun böyle kalmasını en fazla isteyen kişinin de Ahmet Çalık olduğunu söylemeliyim.