A.Kerim KARAAĞAÇ
“BABASIYLA DEĞİL KIZIYLA EVLENECEKSİN YAVRUM”
1976 da girdiğim 5 yıllık Dişhekimliği fakültesini, o günkü ahvâl ve şerait içerisinde ancak 9.5 yılda bitirebildim. Buna da şükrediyorum çünkü, ben artık ümidimi nerdeyse yitirmek üzereydim. Her sabah, yurttan okula diye ayrılmadan mutlaka boy abdesti alıp öylece çıkıyordum. Akşama geri dönememe ihtimâli çok fazlaydı. O günlerdeki binlerce hadiseden bir tane misâl bile vermek istemiyorum çünkü, her şey yanlıştı.
Zarar gelebilecek hadiselerden ne kadar uzak durmaya çalışsak da, kendimizi hep içinde buluyorduk. Her taraf ölüm kokuyordu. Buna rağmen hayat hiçte korkulu değildi. Aksine o kadar rahat devam etmekteydi. Alışmış ve alıştırılmıştık bizim de birazdan cesedimizin geleceğine. O kadar normal ve sıradan bir şeymiş gibi geliyordu ki, ölümü biraz da sanki arzu eder olmuştuk. Binlerce masum insan bu havada gitti, katledildi. Devlet katletti. Bazen hiç de yetkisi olmadığı halde, kendisini ilgilendirmeyen konularda açıklamalarda bulunan bir kurum, her zaman zinde ve güçlü olduğunu vurgulayan kurum, o günlerde önce barutu ateşledi, sonrada bir kenarda bir müddet gülerek seyretti. Sanki bu hadiseler bir başka ülkede oluyormuş gibi seyretti. Bu kurumun neden seyirci koltuğunda oynadığını hâlâ çözebilmiş değilim. Vazifesi yalnız sınırları korumak olan bu kurum, yeri geldiğinde başbakanları, bakanları idam sehpalarına götürmüştü. İç işlerine de pek kansız müdahale etmezdi ama, nedense müdahale etmiyordu. Mutlaka bir bildiği vardı!.... Gün sayıyor, memleketin biraz daha karışmasını bekliyordu.
Binlerce insan ölmüş, gene binlerce aile ocağı sönmüş ve binlerce öğrencinin istikbâli ile oynanmış, kimin umurundaydı bunlar. Güya devlet vardı, polisi vardı. Bence devlet, polis görüntüden ibaretti. Polise de vazifeler verilmiş, hiçbir direniş göstermeyen sivil halkın toplantılarını basarak coplamayı marifet saymak, kendisinin de silahlı bir görevli olduğunu ispat etmek peşindeydi. Tabii ki baş rolde asker vardı. Geride kalan kim varsa hepsi onun emrinde ve kölesiydi. Bir yüzbaşının, o kadar kalabalığın ortasında, polis amirini tokatlayışını seyrettim de, bu memlekette polis kimmiş, yetkisi ne imiş orada öğrenmiş oldum. Polis amiri yazık; “komutan, komutan bak şu insanlara karşı ayıp oluyor” diyerek, atılan tokatlara mani olmaya çalışıyor ve bir taraftan da kaçıyordu.
Benim edindiğim intiba; “eller bayramda görsün”, “işte, bizde de var görmüyor musunuz” ve ya “ele güne karşı ayıp olmasın” hatta “mecbur değiliz amma, halka söyleyecek bir cevapta olmalı” diye düşünerek, seçim yapılmakta, meclis var ve diğer bir sürü kurumlar var. Aslında, hiç bir şey yok, sadece üstler var ve emir alan astlar vardı. Bu gelenek 2005’ lere gelindiği halde bozulmadı devam etti.
Netice olarak, 1976-80 arası bir hayâl gibi geçti. 80’in 12 Eylül’ünde malûm çevreler bir düdük çaldılar, kendi hazırladıkları tabloyu şimdilik askıya almak istediler de bu kuralsız, yanlış oyun o anlık sona erdi, biz de okulumuza yeniden başladık.
Bu arada 1979 da Ecevit iktidarı döneminde Fatih camii avlusundaki Vakıflar yurdundan çıkarıldık. Fatih Kütüphanesinin karşısındaki bir binaya (benim muayenehane açtığım bina) birkaç zenginin sayesinde, yurt olarak yerleştirildik. Orada bir yıl kaldıktan sonra, okuldan dört arkadaş Cerrahpaşadaki Vezirodaları Çıkmazında bir çatı katını kiraladık. İstanbul’da İlk defa mesuliyetini yüklendiğim bir evimiz olmuştu. Her iki yurtta da temsilcilik yaptım ama, evin sorumluluğu başkaydı. O evimizden kimler gelip geçmedi ki. Fatih belediye Başkanı Mustafa Demir kardeşim, dişhekimi Ahmet Selvi kardeşim, bir sürü yerde kaymakamlık yapan İbrahim Taşyapan kardeşim, Sürmene’de dişhekimi Sinan Sonverdi kardeşim, dişhekimi Osman Bektay kardeşim, evin tutulmasında bana yardımcı olan dişhekimi Mustafa Karaman kardeşim ve kısa sürelerle yanımızda kalan birçok kardeşimiz. Daha sonra aynı ekip Atik Ali’de Mesih Mehmet Paşa camiinin arkasındaki Kutucu Tahir sokakta gene bir çatı katı tuttuk.
Bu oyunun 80’in Eylül’ünde biteceğini hiç tahmin etmiyordum. Madem okula devam edemiyoruz, bâri kendimizi meşgul edecek bir şeyler arayalım derken; biraderim (Mükremin) nişanlandı. Onun nişanlanışıyla, çevreden gelen lüzûmsuz baskı ve dedikodulardan rahmetli babam epey rahatsız olmalı ki, bana mektup üstüne mektup yazıyordu.
“Oğlum, kardeşin Mükremin’i nişanladık, seni de nişanlamak istiyoruz. Yoksa, burada kulağıma gelenler benim huzurumu bozuyor. Ne olur sende “he” deyiver de, şu milletin dilinden kurtulalım oğlum. “Büyük oğlanda bir kusur mu var ki, o dururken küçük nişanlandı” diyorlar yavrum.” Diyerek benden bir haber bekliyordu. Okul bitmeden evlenmeyi hiç düşünmediğim için, bunalıp kalmıştım. Gönderdiği 10 ismi de yakından tanımama rağmen, karar vermek kolay olmadı. İstihare, istişare derken tam 15 günümü aldı.
Babamın gönderdiği 10 ismi birer birer istihare yapıyordum. Hepsi de birer günde elendiler. Eşimi istihare etmemse, beş günümü aldı.
O günlerde bir taraftan okuluma devam ederken diğer taraftan İstanbul İmamhatip okulunda müteala hocalığı yapıyorduk Ömer Dinçer kardeşimle (önceki Milli eğitim Bakanı). Beşinci gün sabah namazından biraz önceydi. Okulun çatı katı mescitti ve rüyamda muhterem M. Zahid Hocamızla birlikte o mescitte sabah namazı kılacakmışız. Yeşil halıların serili olduğu o mescitte Hocaefendi Rahmetullahi aleyh “yavrum kalk ve namazı sen kıldır” dedi bana. Ben de “efendim bunlar imam-hatip öğrencisi, onlardan biri kıldırsa, ya siz dururken bizlere sizin yanınızda hiç imamlık yakışır mı?” dedim. O mübarek de; “ bunların çoğunun abdestleri bile yok yavrum, kalkıp sen kıldırıyorsun” demesiyle, ben hemen kalktım ve namazı kıldırdım.
İşte, bu beşinci günün sonunda gördüğüm rüya ile eşime karar vermiştim fakat, babasının namaz kılmıyor oluşunu, sigara içmesini Rahmetli Mehmet Zahid hocamla da bir istişare etmek istedim. Hemen o günün sabahında hocamın yanına vardığımda 5-6 kişi vardı ve onlarla konuşuyordu. Bir müddet sonra mevzûyu öyle bir noktaya getirdi ki Rahmetullahi Aleyh, bana doğru dönüp, “öyle değil mi yavrum? babasıyla evlenecek değilsin ki, kızıyla evleneceksin. Babası da bir gün iyi olur inşallah” dedi. Henüz ben bir kelâm etmemiştim, şaşkın bir haldeydim. Hemen kendimi toparladım, rüyamı düşündüm, aklımdan geçenleri düşündüm, ne soracağımı düşündüm ve terlemeye başladım. Göz yaşları içinde Hoca efendimizin yanından ayrıldım. “Bunda şaşılacak ne var yani, böyle şeyler tesadüf olabilir” denirse, ne söyleyeyim “Allah(c.c.) tez zamanda sizin başınıza da versin.”
Babamın sıkıntısını görmezden gelemedim ve gönderdiği 10 isimden birini işaretleyerek cevabi mektubu gönderdim. Rahmetli derin bir nefes almış ve hemen gerekeni yapmıştı.
Dt. Abdülkerim Karaağaç
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.