xxx65
Arkadaşım ödül aldı
Biz "şanslı" çocuklardandık.
O gün için "İstanbul'da ama İstanbul'a uzak"... Bugünkü manasında "site", o günkü "sosyalizan" deyişle "kooperatif", ama adı üstünde ve ilişkileriyle esasta "köy"...
Bir yanı orman, bir yanı "Londra asfaltı", bir yanı uçurum, iki adım ötesi deniz, tecrit bir yerde büyüdük.
Kışın iki adım ötede tanıdıkların evinde de kalırdık, vallahi kurt bile görülürdü.
Çoğumuz "gazeteci çocukları" idik...
Ve o "gazeteciler"in hemen hepsi çok mütevazı gazetecilik şartlarının tevazu ve gönül insanlarıydı. Neredeyse hepsi kardeşti. Kardeşten öteydi.
Hoş, ben yedi yaşımda oraya geldiğimde, o "gazeteciler" den babamı çoktan kaybetmiştim.
Ama orada, evinde oturma hayalini, hastane odasında "sen de annene göz kulak ol" öğüdünü de oraya getirmiştim.
Bunları kışın sobanın yanına koyuyordum, üşümesinler diye.
Yatılı ilk mektepten oraya, oradan tekrar dev sobalı kalabalık yatakhaneye.
İsimler, resimler
Yatılı okul yetmemiş gibi, orada da çok arkadaşım, çok kardeşim, çok dostum, çok büyük ailem oldu.
Bugün birçoğu gazeteci o eski, çocuk Basınköylülerin. İlle babaları, anneleri istedi diye değil; o havayı birlikte soluyarak büyüdükleri, mürekkep kokusuna bulandıkları için.
Bir gün bir matbaaya bir köşesinden takıldıkları için.
Misal bizim Gürcan (Bilgiç) küçüğümdü, Mehmet ile Ahmet (Altan) az büyüklerim. Çetin Altan bir kez daha "içeri" alındığında en çok Keriman Teyze için ağlamıştık.
Alt katımız Tezkan'lardı; "gazeteci" Mehmet iri yarı bir küçük, ağabeyi "mühendis" Bülent daha iyi topçuydu.
Ağabeyi Kemali'den küçüktüm; Işık ile akrandık, mapuslardan kalan ömrünü azıcık evinde geçirmiş babaları Orhan Kemal'e hayrandık.
Leyla Soykut esrarengizdi bizim için; çevirileriyle gözaltına aldıklarında sırrı anladık.
Doğan Ağabey (Koloğlu) da tutuklandığında Sina taşınmıştı ama bir parçamız daha hapse atılmıştı işte. O günlerde televizyon yoktu, Akşam başka türlüydü. Orhan Koloğlu Ankaralı olmuştu.
"Aşk romanları" çizeri Faruk Geç, bugünkü gibi, o gün de sessiz, sakin, hep beyefendiydi; ve komşusu Sezgin Burak tam orada hızla vedalaşıp bu dünyayı terk ettiğinde, Tarkan "Avrupa'ya girmiş"ti çoktan. Mıstık da Abdullah Turan da oradaydı.
Rahmetli Fehim Ağabey, Söl Oktay, Çalık Recep, Tanyolaç Necmi, tenis yazarı Ziya Işıküstün, sonra yıllarca çalıştığım Dinçer ağabeyler ve diğerleri..
Celalettin Çetin ile Doğan Katırcıoğlu polisiye peşindeydi yine, rahmetli Orhan Talay kocaman fotoğraf çantasıyla benim en muhabir amcamdı.
Buram buram haber, yazı, çizi, fotoğraf (ve futbol ve flört) kokardı orada hava.
Buram buram kardeşlik. Ve ruhumuz ile bedenimiz ve yüreğimiz, fikrimiz büyüyordu.
Top oynuyor acıkıyorduk.
Herkes herkesin evinden, elinden yiyebiliyordu.
Kapılar açıktı, yürekler açık.
Mahallenin uçurtmacısı
Bir de "uçurtmacı" vardı.
Sevgili karısı Tilda'dan ürkerdik biraz.
Gür sesiyle, ovaları, yaylaları, dağları dolaşan yazı nefesiyle buram buram Anadolu, buram buram insan, buram buram isyan da katıyordu mahalleye.
"Yaşar Abi" çocukluğumuza uçurtmalar yaptı, birlikte uçurduk, birlikte kaçırdık belki de.
40'ını da geçmiş kırk yılın hatırına diyorum ki, "çocukluk arkadaşım"dı.
Arkadaşım şimdi "Devletin en üst katı" ndan ödül aldı.
12 Mart döneminde aranan, talan edilen evlerden paslı çöp varillerine dökülüp mahallenin kitaplarının yakıldığını görmüştüm. Belki de yazıya o gün ahdettim.
"Mahallenin uçurtmacısı"nı "hain" ilan eden de oldu.
Şahidim ki, bu insanların hepsi, sağdan sola, ülkesini seviyordu. İnsanlarını seviyordu. Bir ötekini seviyordu. Sevme ve ifade biçimleri farklı olsa da, öyleydi.
"Devlet" ile "bir kısım millet" nedense, düşüneni, yazanı, çizeni, eleştireni, kalpten seveni "düşman" belleyebildi.
Onların bu ülkeye kelime kelime, çizgi çizgi, kare kare, emek ve akılla kattıkları hepimize nimetti oysa.
Şimdi "Devlet" o nimetlerden bir "Kürt" Kemal'i, 85 yaşında, ülkesine kattığı yerel ve evrensel nefesten ötürü, bir ödülle öpüp başına koyuyor.
Ve sıkı durun, bu yüzden devlet yıkılmıyor, ülke bölünmüyor!
Siz onu bir de uçurtma yapıp çocuk çocuk uçururken görseydiniz.
Hep arkadaş kalırdınız vallahi!
O gün için "İstanbul'da ama İstanbul'a uzak"... Bugünkü manasında "site", o günkü "sosyalizan" deyişle "kooperatif", ama adı üstünde ve ilişkileriyle esasta "köy"...
Bir yanı orman, bir yanı "Londra asfaltı", bir yanı uçurum, iki adım ötesi deniz, tecrit bir yerde büyüdük.
Kışın iki adım ötede tanıdıkların evinde de kalırdık, vallahi kurt bile görülürdü.
Çoğumuz "gazeteci çocukları" idik...
Ve o "gazeteciler"in hemen hepsi çok mütevazı gazetecilik şartlarının tevazu ve gönül insanlarıydı. Neredeyse hepsi kardeşti. Kardeşten öteydi.
Hoş, ben yedi yaşımda oraya geldiğimde, o "gazeteciler" den babamı çoktan kaybetmiştim.
Ama orada, evinde oturma hayalini, hastane odasında "sen de annene göz kulak ol" öğüdünü de oraya getirmiştim.
Bunları kışın sobanın yanına koyuyordum, üşümesinler diye.
Yatılı ilk mektepten oraya, oradan tekrar dev sobalı kalabalık yatakhaneye.
İsimler, resimler
Yatılı okul yetmemiş gibi, orada da çok arkadaşım, çok kardeşim, çok dostum, çok büyük ailem oldu.
Bugün birçoğu gazeteci o eski, çocuk Basınköylülerin. İlle babaları, anneleri istedi diye değil; o havayı birlikte soluyarak büyüdükleri, mürekkep kokusuna bulandıkları için.
Bir gün bir matbaaya bir köşesinden takıldıkları için.
Misal bizim Gürcan (Bilgiç) küçüğümdü, Mehmet ile Ahmet (Altan) az büyüklerim. Çetin Altan bir kez daha "içeri" alındığında en çok Keriman Teyze için ağlamıştık.
Alt katımız Tezkan'lardı; "gazeteci" Mehmet iri yarı bir küçük, ağabeyi "mühendis" Bülent daha iyi topçuydu.
Ağabeyi Kemali'den küçüktüm; Işık ile akrandık, mapuslardan kalan ömrünü azıcık evinde geçirmiş babaları Orhan Kemal'e hayrandık.
Leyla Soykut esrarengizdi bizim için; çevirileriyle gözaltına aldıklarında sırrı anladık.
Doğan Ağabey (Koloğlu) da tutuklandığında Sina taşınmıştı ama bir parçamız daha hapse atılmıştı işte. O günlerde televizyon yoktu, Akşam başka türlüydü. Orhan Koloğlu Ankaralı olmuştu.
"Aşk romanları" çizeri Faruk Geç, bugünkü gibi, o gün de sessiz, sakin, hep beyefendiydi; ve komşusu Sezgin Burak tam orada hızla vedalaşıp bu dünyayı terk ettiğinde, Tarkan "Avrupa'ya girmiş"ti çoktan. Mıstık da Abdullah Turan da oradaydı.
Rahmetli Fehim Ağabey, Söl Oktay, Çalık Recep, Tanyolaç Necmi, tenis yazarı Ziya Işıküstün, sonra yıllarca çalıştığım Dinçer ağabeyler ve diğerleri..
Celalettin Çetin ile Doğan Katırcıoğlu polisiye peşindeydi yine, rahmetli Orhan Talay kocaman fotoğraf çantasıyla benim en muhabir amcamdı.
Buram buram haber, yazı, çizi, fotoğraf (ve futbol ve flört) kokardı orada hava.
Buram buram kardeşlik. Ve ruhumuz ile bedenimiz ve yüreğimiz, fikrimiz büyüyordu.
Top oynuyor acıkıyorduk.
Herkes herkesin evinden, elinden yiyebiliyordu.
Kapılar açıktı, yürekler açık.
Mahallenin uçurtmacısı
Bir de "uçurtmacı" vardı.
Sevgili karısı Tilda'dan ürkerdik biraz.
Gür sesiyle, ovaları, yaylaları, dağları dolaşan yazı nefesiyle buram buram Anadolu, buram buram insan, buram buram isyan da katıyordu mahalleye.
"Yaşar Abi" çocukluğumuza uçurtmalar yaptı, birlikte uçurduk, birlikte kaçırdık belki de.
40'ını da geçmiş kırk yılın hatırına diyorum ki, "çocukluk arkadaşım"dı.
Arkadaşım şimdi "Devletin en üst katı" ndan ödül aldı.
12 Mart döneminde aranan, talan edilen evlerden paslı çöp varillerine dökülüp mahallenin kitaplarının yakıldığını görmüştüm. Belki de yazıya o gün ahdettim.
"Mahallenin uçurtmacısı"nı "hain" ilan eden de oldu.
Şahidim ki, bu insanların hepsi, sağdan sola, ülkesini seviyordu. İnsanlarını seviyordu. Bir ötekini seviyordu. Sevme ve ifade biçimleri farklı olsa da, öyleydi.
"Devlet" ile "bir kısım millet" nedense, düşüneni, yazanı, çizeni, eleştireni, kalpten seveni "düşman" belleyebildi.
Onların bu ülkeye kelime kelime, çizgi çizgi, kare kare, emek ve akılla kattıkları hepimize nimetti oysa.
Şimdi "Devlet" o nimetlerden bir "Kürt" Kemal'i, 85 yaşında, ülkesine kattığı yerel ve evrensel nefesten ötürü, bir ödülle öpüp başına koyuyor.
Ve sıkı durun, bu yüzden devlet yıkılmıyor, ülke bölünmüyor!
Siz onu bir de uçurtma yapıp çocuk çocuk uçururken görseydiniz.
Hep arkadaş kalırdınız vallahi!