Uğur CANBOLAT
Ansızın Gelir Vurgun!..
Ansızın gelir vurgun…
Hayat ise gelir ve geçer… Rüzgar gibi…
Koca bir parantez başka bir açıdan… Açılır ve kapanır…
Kimi zaman uzun bir parantezdir, bazen de kısa… Kısa ya da uzun oluşu neye göredir? Yine bizim algımıza göredir. 100 yaşına merdiven dayamış bir dedeye sormuşlar:
-Nasıl geçti hayat?
-Rüzgar gibi evladım, rüzgar gibi demiş…
Aynen öyle… Yaşarken uzun gelen, geçmek bilmeyen zamanlarımız bizim de vardır. Lakin elediğimizde yaşamışlıklarımızı bu söz bizim de dilimize düşer: “Rüzgar gibi geçti, rüzgar gibi…”
Kısacası bir parantezdir yapıp ettiklerimiz...
…
An… Üst üste koyduğumuzda hayat dediğimiz şey…
Ve ansızın geçen ömür… Hepsi bu mu? Hayır.
Ansızın bakıp geçmelerin başka türlüsü de vardır… Bazen ansızın gelen bakışlar kişiyi tutuşturur, kaynatır… Geçmişi bir anda getirir ve gönlünden ışık hızıyla geçiriverir…
Bir yangının külünü aniden yakıverir… Ansızın gelir vurgun.
İnanın…
…
Yöneticisi olduğum eski iş yerimde pazarlama elemanı olarak çalışan emekli bir öğretmen arkadaşımız vardı.
Bülbül hoca derdik kendisine. Bülbül gibiydi gerçekten. Buradan alıyordu ismini.
Hoşsohbet bir insandı… Dinlenirdi sözü. Muhabbeti kuvvetliydi.
Bir sabah odama alı al moru mor geldi… Rüzgarı kendinden önce gelmişti ama anlatıp anlatmamak arasında tereddütler yaşıyordu. Söze başlıyordu evet ama sanki akış başka yere evriliyordu.
Severdik çayı… Her sabah sever gibi, okşar gibi, hasret kalmış gibi koklayarak çekerdik içimize…
Bu sabah bardağı tutuşu, çayı dudağına götürüşü aynı sevda ile değildi. Eski bir sevgili gibiydi muamelesi…
Anlamıştım…
Bir yangının külü yeniden yakılmıştı… Ve ansızın gelmişti vurgun… Beklemediği bir zamanda ve yerde… Hiç aklında yokken üstelik…
Ama sınırı aşmamam gerekiyordu. Zira benden yaşça büyüktü…
Bülbül hoca Ankara türkülerini pek severdi. Beraber söylediğimiz anlar az değildi. Biraz havayı dağıtmak ve düğümü çözmek maksadıyla;
-Bülbül hocam ben sana bir Ankara türküsü söyleyeyim mi? Ne dersin dedim… Gözleri aydınlandı… Onun da çok sevdiği türküyü söylemeye başladım.
“Meşeler güvermiş varsın güversin
Söyleyin huysuza durmasın gelsin
Varmasın kötüye asılsın ölsün
Ah köt'adamın var ömrünü yok eder”
Bülbül hoca çözülmeye başlamıştı. Devam ettim…
“Ben bilemedim yaylanızın yolunu
Saçım uzun bağlasınlar kolumu
Eğer annen seni bana vermezse
Ah yemin ettim keseceğim yolunu”
Son kıtaya geçmeye lüzum kalmadı, başladı anlatmaya… İlk öğretmenlik yıllarında aşkına tutulduğu, zülfüne vurulduğu, ikisinin de bildiği ama dile dökülemeyen yüksek dozlu, hayallerle örülü bir sevda varmış. Kor gibi yakan bir sevda…
“Elim değdi eline
Mail oldum diline
Ben dünyayı değişmem
Saçının bir teline” diyemeden tayin çıkmış, irtibatlar kesilmiş…
O devirde ne cep telefonu var, ne de sosyal ağlar… Kopmuşlar kısacası… Sevda ateşi sönmüş. Küllenmiş zamanla da…
Ah o üç gün evvel ki Pazar karşılaşması…
Bir semt pazarında karşılaşmışlar… Zaman geçmiş, emekli olunmuş. Saçlara kar yağmış, çocuklar büyümüş ve ardından torunlar gelmiş…
Peki bu heyecan neydi o zaman? Bu titreme niye peki?
Bu söz söyleyememe, lal kesilme hali nedendi? Nasıldı?
Elden pazar filesi neden düşmüştü? Onlarca kez yutkunmuşken ve günlerce o civarda sokaklar dolaşılacak kadar “Ayrılık hasreti câna kâretmiş” iken neden adını bile anamamıştı?
Bunları anlatan Bülbül hoca bana hitaben; sen bilirsin bu nedir diyordu?
Neden kalbim fırlayacak gibi? Neden üç gecedir rüyalarımın misafiri? Bu yaşta bu heyecan olur mu diye soruyordu…
Söz buraya gelince ben ne diyebilirdim ki… Gönlünden silinmeyenin rüyanda olması çok muydu? Garip miydi? Hepimizin başına gelebilecek bir olay değil mi? Hatta gelen…
O yangını tanımaz mıyız çoğumuz? Bilmez miyiz?
Narına yandığımız aşkın ateşi kolay mı sönerdi? O yangının külü alevlenmeye hazır değil miydi daima? Ansızın gelmez miydi vurgun? Hadi söyle.
Böyle sıkıntılı durumlarda ben ya türkülere sığınırım a da şarkılara... Mutlaka bize uygun düşen, halimizi anlatan, duygularımıza tercüman olacak bir güfte veya bir melodi vardır.
Ve ben bunu sık yaparım. Yine öyle yaptım. Zeki Müren’den hepimizin bildiği o şarkının bohçasını açtım. Ne diyordu şarkı?
“Gönül penceresinden
Ansızın bakıp geçtin
Bir yangının külünü
Yeniden yakıp geçtin
Madem ki son şarkının
Kırık bir güftesiydim
Niçin yarım bıraktın
Neden bırakıp gittin
Bir yangının külünü
Yeniden yakıp geçtin
Ne çok sevmiştim seni
Ne çok hatırlar mısın
Aşiyan yollarından
Seslensem duyar mısın
Hala beni düşünür
Ve hala anar mısın”
…
Evet parantez demiştik. Bu paranteze ne yanmalar, ne ateşler, ne küller sığmaz ki…
Nice ansızın bakış sığar… Nice savrulmuş sevda külü… Nice içinden çıkılmayan girdaplar sığar…
Yaşayan bilir diyebileceğimiz nice sevdalar, acılar, ayrılıklar, hasretler sığar…
Ama netice de bir parantezdir yaşanan… Ansızın bakıp geçmelerle…
Ve ansızın gelen vurgunlarla…
…
Bir ansızın bakış vurur bizi…
Vurur da dağıtır. Külümüzü savurur, yanan köz ortaya çıkar tekrar. Yokuşlarda fersiz bırakır. Susamışlığımızı yâr elinden içilecek bâdeden gayrı ne giderebilir ki?
Ne tenhalar dinlendir bizi artık, ne saçak altları gölgelendirir?
Ah yâr!
Ah ansızın gelen yâr!
Gidişi gibi tekrar gelen, şimşek gibi gönlüme çakan yâr!
Gelip de dağıtan, külümü yele veren yâr!
Vaktinde gelmeyen yâr!
Ansızın gelme… Vurma sol yanımı…
Usul usul gel… Işık gibi… Isıta ısıta…
Gönlümü sele verme artık!
Gel!
Gel de sar yaramı!
Ansızın değil…
Şimdi gel… Gözümü yolda koma!..
Sızılarım dinsin gayrı!
HABER NAME/ 09.01.2012
canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolat
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.