Kenan ÖZMEN
ALDANAN KİM? EYYÛB SULTAN (ra) MI? YOKSA BİZ Mİ?
Bu iki bölümlük yazı dizisinde “dinamik iman” sahibi Ashab-ı Kirâm ile “statik iman” sahibi (iddiasındaki) bizlerin arasındaki tasavvur farkından bahsetmeye çalışacağız.
O altın nesil (ra) ile bizlerin kıyaslanma cüretinin bile edepsizlik olduğunun farkındayız. Ancak imanın ve cennetin bizim sandığımız kadar ucuz bir şey olmadığını ve hesabın sandığımızdan çok daha ciddi ve vahim olduğunu başka türlü anlatamayız.
UYARI !!! Bu yazıyı gavsının, şeyhinin, mürşidinin şefaatlerine (!) talip ve nâil olduğunu, bu tasarruf sahibi (!) zâtların cübbesinde Sırat’ ı geçeceğini ve Cenneti garantilediklerini (!) zannedenlerin okumasına gerek yoktur. Zira bizim bu tiplere anlatabilecek hiçbir şeyimiz yoktur.
Lafı fazla uzatmadan yazımızın bu bölümünde “indirilmiş din” diye tabir ettiğimiz "Kur’ an ve gerçek sünnetten" beslenerek kalpsel dönüşümlerini gerçekleştiren “dinamik iman” sahibi Ashab’ ın (ra) nasıl bir tasavvura sahip olduğunu anlamaya çalışacağız.
Daha dünyadayken Hz. Peygamber (as) tarafından Cennetle müjdelenmişti. O’ nun (as) can yoldaşıydı. Bir sabah vakti namaz için mescide yine en önce o gitmiş ve gözyaşları içerisinde Rabbinden af diliyordu. Mescide gelen Ashab’ tan bazıları kendisinin bu haline dayanamayıp sordu:
-Ya Ebu Bekir (ra), sen İslâm’ a hizmet ve takva konusunda hepimizden ileridesin. Allah Resûlü (as) seni Cennetle müjdeledi. Neden kendini bu kadar harap ediyorsun?
Bizzât Allah Resûlü’ nün “kalpsel dönüşüm” yöntemiyle eğitilmiş ve imanın statik bir süreç olmayıp, dinamik ve sürekli tazelenmesi gereken bir süreç olduğunu çok iyi idrak etmiş Hz Ebubekir Efendimiz (ra) şöyle cevap veriyordu:
- O, o zamandı. Şimdi (Allah katında) ne durumda olduğumu ben nereden bileyim?
Kütüphaneler dolusu ciltlerle anlatılamayacak gerçeği, bir cümle ile özetlemek bu olmalıydı. Çünkü o (ra); “Yoksa Allah'ın azabından emin mi oldular? Ancak, kendilerine yazık eden topluluktan başkası Allah'ın azabından emin olmaz! (A’raf, 99) ayetini bizzât Efendimizden (as) öğrenmişti.
Onlar (ra); “Kızım Fatıma, nefsini Allah’ ın elinden satın al. Yoksa senin için ben bile bir şey yapamam.” diyen ve günde yüz kere tevbe eden Peygamberin (as) eğitiminden geçmişlerdi.
Yalnız "İman ettik" demekle, sınanıp denenmeden kurtulamayacaklarını (Ankebut, 2) en iyi bilenler de onlardı.
Müthiş bir sorumluluk bilinci içerisindeydiler. Allah’ a karşı duydukları haşyet karşısında neredeyse gökler çatlayacaktı.
Ve her biri hangisine tabi olunursa olunsun, takipçilerini kurtuluşa götürecek birer yıldız oldular….
Siyer kitaplarında Veda Hutbesi' ni dinleyen sahabe sayısıyla ilgili değişik rivayetler vardır. Rivayetlere göre 110 bin ile 124 bin arasında sahabenin olduğu söylenmektedir.
Medine' de 10 bin civarında sahabe kabri olduğu düşünüldüğünde 100 bin kadar sahabenin dünyanın dört bir yanına dağıldığını görüyoruz.
Peki ne için?
Turistik seyahat için mi? Elbet değil.
Tabii ki; “Kalk ve uyar” (Müddessir, 2) emri gereği imana aç yüreklerin kurtuluşuna vesile olabilmek için…
Bizzât Hz. Peygamber' in (as) öğretmenliğinde Kur' an ayetleriyle hemhâl olan, duydukları bir ayeti ezberleyip hayatlarında tatbik etmeden başka bir ayete geçmeyen, Kur' an' ı ve sünneti bir hayat biçimi olarak algılayan, Hz. Peygamber' in kalpsel dönüşüm yöntemine göre hayatını şekillendiren Ashab (ra) elbet imanlarının emrettiği üzere yeryüzünü ve yürekleri imara koşacaktı.
Binekleri ve yakıtları; kalplerine işleyen imanlarından başkası değildi.
Kitle iletişim araçlarının, elektriğin olmadığı, ulaşımın binek hayvanları ya da yayan olarak yapıldığı bir dönemden bahsediyoruz.
Sahabenin bu durumunu günümüz mantığıyla anlamak oldukça zor. Öyle ya, Allah Resûlüyle (as) aynı dönemde yaşamış, bizzât Kur' an' ın nüzûlüne şahid olmuş, O' nunla (as) omuz omuza küffarla savaşmış, nice ölü kalplerin imanına vesile olmuş, , Rabbimizin ve Resûlünün (as) övgülerine mashar olmuş, hatta kimileri daha hayattayken Cennet' le müjdelenmiş olmalarına rağmen kalkıp onca yokluk içerisinde, aç-biilaç dünyanın dört bir yanına İslam’ ı tebliğ için dağılmak, günümüz müslümancık aklıyla anlaşılabilecek bir şey olmasa gerek.
Halbuki Medine' de Hz. Peygamberin (as) kabrinin yakınlarında bir dönüm hurma bahçesi satın alıp, evden mescide, mescitten eve gitmek, günde 5 bin kere salâvat getirmek, torun torbaya karışıp, organik beslenmek varken ne lüzum vardı bunca sıkıntıya diye düşünmeden edemiyoruz?
İşte bu kendilerini anlamakta zorluk çektiğimiz sahabeden (ra) biri de hemen yanıbaşımızda; taşı toprağı şüheda olan İstanbul' umuzu şereflendiren "İstanbul' un Manevî Fatihi" Eyyûb Sultan' dır. (ra)
Ensar arasında İslâm' ı ilk kabul edenlerden olan, Hicret sırasında Hz. Peygamber' i (as) evinde misafir eden, 2. Akabe Biatı' nda bulunan, Hz. Peygamber' le (as) birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke' nin Fethi ve Huneyn başta olmak üzere bütün gazvelere katılan, savaşlarda O' na (sav) zarar gelmemesi için yanından ayrılmayan, hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutan, vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygamber (as) zamanında Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet eden, Ashab arasında ilmine en çok hürmet edilenlerden olan, halifeler döneminde de bir çok savaşa katılan Eyyûb Sultan' dan (ra) bahsediyoruz.
Ve yine anlamakta zorluk çekiyoruz.
İslam' a bu kadar hizmet etmesine rağmen, 90 yaşında hasta haliyle, at sırtında binlerce kilometrelik yolu katederek İstanbul’ u fethetmek amacıyla gelmiş olmasını, mevcut İslâmî mantığımızla bir türlü bağdaştıramıyoruz.
Turistik bir seyehat için değil, Hz. Peygamberin (as) müjdesine mazhar olabilmek için, İstanbul' u fetheden ordunun bir neferi olabilmek için, bineği olan imanı emrettiği için; imanını kuşanarak gelmiştir. Ve "İstanbul' un Manevî Fatihi" olmuştur.
" İmanda sebat eden, o imanla uyumlu bir hayat yaşayan kimseler var ya: O sonsuz rahmet kaynağı onlar için tarifsiz bir sevgi var edecek." (Meryem, 96) ayetinin tecellisini Eyyûb Sultan’ da (ra) görüyoruz.
Onlar Hz. Peygamberin kalpsel dönüşüm yöntemini (*) çok iyi anladılar. İmanlarının statik değil, dinamik olduğunu yani azalıp-artan özellikte olduğunu, bir kere inandım demekle kurtuluşa eremeyeceklerini, iman iddialarını ispatlamak için salih amel ile sürekli tazalenmesi gerektiğini, sürekli kötülüğü emreden içgüdülerine (nefis) ve en büyük düşmanımız şeytana karşı devamlı teyakkuzda olmaları gerektiğini, vs bir hayat tarzı olarak benimsediler. Her halleriyle korku ve ümit içerisinde rabblerinden kurtuluş niyaz ettiler.
Hasan Basri diyordu ya. “Siz onları (ashabı) görseydiniz bunlar deli derdiniz. Onlar sizi görselerdi bunlar Müslüman değil” derlerdi.
Yazımızın ikinci bölümünde inşallah bizden bahsedeceğiz.
Bakalım aldanan kim? Dinamik imanlı Ashab mı, yoksa statik imanlı biz mi?
Vesselâm…
(*) http://www.habername.com/yazi-kenan-ozmen-hz-muhammed-in-as-kalpsel-donusum-yontemi-la-11614.htm
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.