Hakkı ERÇETİN
Yazmak ve Oku(n)mak
Okumak ve yazmak…
İnsanoğlunun hayatında ve tarihinde önemli bir yer tutan iki kavram ve haslettir. Bilinen tarihin yazı ile başladığı kabul edildiğine göre okumanın tarihi insanoğlunun varlığı kadar eskidir. Okuma ve yazma oranı bugün toplumların ve ülkelerin gelişmişlik seviyelerini gösteren önemli bir unsurdur. Kişiler açısından ise sadece okuma ve yazma bilmeleri yeterli olmayıp bu alanda kat ettikleri mesafe yani eğitim ve öğretim dereceleri onların toplumdaki yerini, işini hatta eşini belirleyen önemli hasletlerdir. Hepimizin bildiği gibi bir kimse hayata atılırken ilk önce sorulan sorulardan biri eğitim ve öğretim derecesidir.
Bu durumun farklı toplumlarda farklı tezahürünü görmek te mümkündür. Mesela dumanla iletişim kuran eski Kızılderili toplumlarında şöyle bir diyalog gerçekleşebilir;
-Okuma ve yakma bilir misin kardeş?
-Okumam varda yakmam yok abi. Henüz yakamıyorum. Malum bizim oralarda çakmak taşı eksikliği yani alt yapı yetersizliği nedeniyle yakma öğrenemedim abi. (Diyaloglardaki samimiyet te Kızılderililerin Türk kökenli olduğu tezine dayandırılmıştır.)
Evet, okumak insanlığın tarihi kadar eski bir kavram ve haslettir. Dinimizin ilk emrinin "Oku" olması manidardır. Okumaktan kasıt kişinin kendisini tanıması ve keşfetmesidir. Kendini bilen Rabbini bilir şiarından hareketle okumak olmazsa olmaz bir fiildir. Mesela beğenmek kavramı okuma fiilinin bir neticesidir. Okuma neticesinde kendimizde keşfettiğimiz duygu ve düşünceler okuduğumuzla olumlu manada çakışıyorsa onu beğendiğimizi ifade ederiz. Yahut tam tersi beğenmeme hatta öfkelenme ve nefret etme neticesi kendimizde keşfettiğimizin okuduğumuz ile çakışmaması halidir. Olumlu veya olumsuz netice verse de okumak kendimizi ve kendimizde olanı keşfetmekten başka bir şey değildir.
Yazmak kavramına gelirsek bu kavram daha ilahi ve gizemli bir fiildir. Her şeyi bilen ve ölçüsüne göre kayda alan Kadir-i Mutlak Yaradan'a ait bir haslettir. Allah önce okumayı emretti ancak Kuran'a Kerim'e göre sonra da kullarına kalem ile yazmayı öğretti.
Okumak daha çok somuta matuf bir eylem iken yazmak ise soyutu somuta çevirme eylemidir. Yazmanın kendine göre ilahi ve gizemli bir tarafı bulunmaktadır.
Yanlış hatırlamıyorsam Paulo Coelho'nun "Beşinci Dağ" kitabı genel olarak İlyas peygamberin hayatını ve o dönemde yaşanan olayları kaleme alan bir kitap olmasına rağmen detay olarak şu bilgi de yer almaktadır. Bir keşiş yazıyı kutsal bir kavram olarak kabul ettiğinden o dönemde Babil ve civarında yazının yaygınlaşmasından ciddi endişe etmektedir. Bunun bu kutsal eylemi ve kavramı sıradanlaştırdığını ve kutsallığına halel getirdiğini düşünmektedir.
Yazmanın bu özelliğinden dolayı yazan kimseler her zaman şüpheli ve tehlikeli görülmüştür. Nispeten hala da öyle değil midir?
Yazmak ile ilgili aklıma gelen hoş bir tarifi belirtmeden geçmek istemiyorum. 10. yüzyılda yaşayan Ahmet b.Fadlan'ın kaleme aldığı seyahatnamesinde İdil Bulgarları ve bugünkü Ukraynalıların atası kabul edilen Vikingler hakkında önemli bilgiler aktarmaktadır. Bu seyahatnameden hareketle çekilen "13.Savaşçı" adlı bir film vardı. Bu filmde şöyle bir sahne geçmektedir. Ahmet b.Fadlan kumsala elindeki çubukla bir şeyler yazar ve bunu gören Viking ona "Sen seslerin resmini yapabiliyor musun?" diye sorar. İlginç bir tanımlama değil mi? Seslerin resmini yapmak…
Bu soyut resmin somut halini eski Mısır yazısı olan hiyeroglifte görmekteyiz. Bu açıdan bakılınca yazmak duyguları, düşünceleri somut hale getiren bir soyut resim çalışmasıdır. Resimlerin etkisi ressamın maharetine bağlı olmaktadır. Bu noktadan hareketle hüsnü hat fiilini bu eylemin gelişmiş boyutu kabul edebiliriz.
Bütün bunların yanında bir de okunma arzusu ve durumu vardır. Her yazar yazdığının okunmasını arzu ederek kaleme almaktadır. Bu, en mahrem günlükler ve en gizli devlet sırları için bile geçerlidir. Yazıldığı anda olmasa bile bir müddet sonra okunması ve bilinmesi arzu edildiği için kaleme alınırlar. Bu gün yazarların konumunu ve profesyonel açıdan gelirlerini belirleyen unsur okuyuculardır yani okunma rağbetidir. Her yazar hak ettiği okuyucuya ulaşıyor mu diye soracak olursanız buna net bir cevap vermek özellikle bugün için çok zordur.
Bu hususta çok fazla tahlile girmeden bir yazardan alıntı yapmak istiyorum. Cengiz Aytmatov diye sorsak bizim toplumda bir çok kişinin bilmiyorum diye cevap vermesi normaldir. Ancak "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmini bilir misin diye sorsan %90 evet cevabı alınacaktır. Çünkü bu kült olmuş bir filmdir. İşte bu muhteşem aşk hikayesinin yazarıdır Cengiz Aytmatov. Tanıma ve tanışma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissettiğim Cengiz Aytmatov bir programda yazma ve oku(n)ma ile ilgili düşüncesini şöyle ifade etmişti; "Bazen dünyaları yazarsın ancak kimse okumaz. Ancak bazen de çok basit bir şey yazarsın ve dünyalar okur."
Bu ifade çok hoşuma gitmişti. Bu yazar basit şeyler yazmış ancak bütün dünya okumuştur. Bir atın hikayesi (Elveda Gülsarı), bir kurdun hikayesi (Dişi Kurdun Rüyaları) böyle değil midir? Bütün eserlerini saymaya gerek yok. Ancak özellikle "Gün Olur Asra Bedel (ya da Gün Uzar Yüzyıl Olur)" romanı bence en önemli eserlerinden biridir. Sarı Özek bozkırının ortasında 12 kişi ile hayatı anlatması hakikaten takdire şayandır. Bu romanın içinde geçen bazı hikayeler ise başlı başına bir değere sahiptir. İlk yayınlandığı zaman romanın içinde yayınlanmasına müsaade edilmeyen "Cengiz Han'a Küsen Bulut", "Mankurt-Nayman Ana Efsanesi" ve "Raymalı (Rahimali) Aga'nın Kardeşi Abdilhan'a Yakarması) muhteşem hikayelerdir. Bu vesile ile bu yazarın Türk toplumu tarafından bilinmesini ve okunmasını ısrarla tavsiye ederim.
Kendimizi tanımak ve keşfetmek için okumaya devam, keşfettiklerimizi veya düşündüklerimizi ifade etmek için yazmaya devam ve bu iki hasletin sağlıklı ilişkisinin devamı için de okunmak her yazana nasip olsun inşallah.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.