Fatma Ç. KABADAYI
Sakallı Gelin
Kapıyı açtı, bir karış bembeyaz sakalıyla… Güler yüzle onca misafiri içeri buyur etti. Yorgunluğu yüzünden, gözlerinden okunuyordu.
Ne vakittir Nazire yengemin sağlık durumunun günden güne kötüleştiğini duyuyorduk. Başka şehirlerde olunca duyuyorsun, biliyorsun ama rahatsız eder miyim düşüncesiyle aramaya çekiniyorsun.
Ankaralı sayılır onlar. Amcamla evlendiğinde taşınmışlar o büyük şehre. Dört çocuktan sonra belini ilk büken amcamın vefatı olmuş. Genç kadın… Çocuklarını tek başına büyütebilmek ne cefalı bir meziyettir tahmin edebilirsiniz.
Nazire yengemizin büyük oğluna –amcamızı hiç göremediğimizden olsa gerek- hep amca diye hitap ettik. O bizim Emin amcamızdı, küçük oğlu da abimizdi. Emin Amcamız ve Mustafa Ağabeyimiz bizim gözümüzde hep büyük ve değerliydi. Hem Ankara’da yaşıyorlar hem de esnaflık yapıyorlardı. O vakitler diğer akrabalar hep köyümüze yakın yaşadıklarından uzakta olanlar hep kıymetliydi. Nazire yengemin iki kızının yüzleri de anneleri gibi, bembeyazdı. Biz onlara da abla dedik. Konuşmalarındaki inceliğe hayran kalmamak mümkün değildi.
Hepsini evlendirmiş yengem zamanla, torun torba derken geçmiş vakit…
Ben çocukken rahmetli amcamın mirası gibi gelirdi Nazire yengem. Kırk yılın başı yazları köye geldiklerinde babaannemin iki katlı evinde kalırlardı. Babaannem onlar gelmeden önce hazırlıklara başlardı; kaymağından tortuna, gül reçelinden dolazına… Pek bir telaşlanırdı. Nazire yengem çok titizdi. Ankara’da yaşadığı evde bulaşıkları iki kez duruladığını görmüştüm. Pekmez kaynatma zamanlarında da Nazire yengemin çabasını, o koca bakır kazanları külle ovalayarak saatlerce yıkadığını anımsıyorum. Kibarlıkları ve farklı giyimleriyle büyükşehirden geldikleri belli olurdu sanki ya da bana öyle gelirdi. Hele Emin amcamın köyden ayrılıp yola çıkacağı o ziyaretinde babaannemle yaptığı kapı ağzı konuşmasını hiç unutmuyorum. Ben onları merak ve hayranlıkla dinleyen merdiven başında duvara yaslanmış, her an buyrulacak bir yumuş bekleyen o sefil kız çocuğuydum.
“Emin’im, gadasını aldığım, bak erik gurusu da goyuyom bir poşet, muhaggak götür! Çoluk çocuk yisin! Hoşaf gaynatır Firdevs, eyi olur.”
Emin Amcam, elindeki poşeti nazik hareketlerle itiyor ve ince sesiyle bizim Hacanne diye hitap ettiğimiz babaannemizin duyabilmesi için yüksek sesle konuşuyordu:
“Götüremem babaanne gerçekten götüremeeeeem!”
O zamanlar beğenmediklerini düşünürdüm, şimdi ise kıyamadıklarını ya da yükün çok ağır olduğunu.
Nazire Yengemin büyük oğlu olan Emin Amcam da hayatı hep kıt kanaat geçirenlerden biriydi. İşlek olmayan bir caddede, apartman altında, köşedeki o küçük bakkal dükkânını sabahın kör ayazında açar, akşamın geç vakti kapatırdı. Kış günleri ayaklarının donduğundan, parmak uçlarını hissetmediğinden şikâyet ederdi. Raflarda öyle dolu dolu malzeme olmazdı. Acil durumda alınabilecek çay, bulgur, deterjan, ekmek, içecek çeşitleri, bisküviler vardı. Hatta dolu görünmesi için aralıklı koyduğunu dahi anımsıyorum.
İç tarafta, kapalı camekânlı küçük bir dinlenme yeri vardı. Orada duvara sabitlenmiş tahtadan bir kitaplığı -ki içlerinde İngilizce öğrenmek için gazetelerin verdiği küçük kitaplar- menkıbelerle, dualarla dolu farklı kitapları da vardı. Minicik bir sedir, bir sehpa, küçük bir ısıtıcı… Asılı bir kaç süs eşyası… Ne zaman dükkâna uğrasak, aç olup olmadığımızı sormaksızın hemen bir şeyler hazırlar, birkaç çeşit bisküvi açar, varsa sıcacık birer bardak çay, kahve ya da soğuk içecek ikram ederdi. Orada yenilen her lokmanın helal paradan oluşu lezzetinden belli olurdu. Hayattan, anılardan ya da umutlardan anlatmaya başlarken “Ya işte böyle Kara Kız” diye lafa başlar, çok sevdiği küçük amcası olan babamın hoş sohbetini esprileriyle noktalardı. Hatırlıyorum da ortaokuldayken ona yeni hevesle İngilizce mektuplar yazar cevap yazmasını isterdim. Gerçi ilk pes eden yine ben olmuştum ama olsun. İnsan büyüyüp de düşününce bazı şeyleri daha çok idrak ediyor, o işin arasında yazıp yollaması, hevesimi kırmaması ne muhteşem bir olay…
Büyük marketlerin küçük esnafı yok etmeye başladığı dönemde, işleri iyice azaldı. Genelde veresiyeciler geliyor, onlar da zaten zamanında ödeyemiyordu. Yakın çevredeki okullardan öğle paydosu için gelen öğrencilere ekmek arası hazırlayarak para kazanmaya başlamıştı. Kazanmak doğru bir ifade değil o zamanlar için… Ayakta durmaya çalışmak desem daha doğru olacak. Artık kazanmaktan çok zarara girdiğini, bu nedenle her gün dükkânı tamamen kapatmayı düşündüğünden dem vururdu. Yorulmuştu, çıkar yol da yoktu, O da yaşıtları gibi her vakit camiye gitmek, bayramlarda evinde olmak, çocukları başka şehirlerde olsa da en azından ziyarete geldiklerinde torunlarını Firdevs yenge ile doyasıya sevmek istiyordu.
Zile bastık. Ne zamandır görmüyorduk, kalabalıktık, hem endişeli hem de mutluyduk.
Kapıyı açtı, bir karış bembeyaz sakalıyla… Güler yüzle onca misafiri içeri buyur etti. Yorgunluğu yüzünden, gözlerinden okunuyordu.
Nazire Yengemin evi burası. Ona bakma sırası bu hafta Emin amcamdaymış. Ankara’ya Mehmet’in düğünü için geldik. Oldukça kalabalıktık. Düğün evi bir üst mahallede idi ve önce Nazire yengemizi görelim, diye niyetlenmiştik. Emin amcam bir ev hanımı gibi karşılayıp bizi içeri aldı. Evin düzeni hiç değişmemiş. Kanepeler, tüplü televizyon ve sehpası, duvarın tamamını kaplayan büyük büfe, içindeki süs eşyaları ve kalın ansiklopediler aynı yerinde. Pencere önüne paralel konmuş kanepelerin birine onun için yatak yapılmış, asıl yatak odasının içerde olduğunu herkes biliyor. Kim bilir kaç yıldır gidemiyor odasına. Nazire yengem kanepede oturuyor. Bu iki gün gelen giden çok olacak, biliyor olmalı. O istemez mi torununun düğününde olmayı, aile büyüğü olarak başköşeye oturmayı, eğlenmeyi, şükretmeyi… Gurur duymayı… Gelen giden herkeste gençliğini, yetişkinliğini, hayata karşı mücadelesini, hastalığın da şifanın da insan için olduğunu yeniden görüyor muhakkak. Siz de ona baktıkça zamanın nasıl geçtiğini, dünyanın yalan olduğunu bu duraktan herkesin geçeceğini onun gözlerinde bir kez daha görüyorsunuz. Soğuk bir ayaz kaplıyor içinizi. Susmak ve sabrın kıyısında çığlık çığlığa…
Yaklaşıyorum. Yüzü halen çok güzel, bembeyaz.
Yaşlanmış.
Zayıflamış.
Küçülmüş.
Kabul etmek istemiyorum. Elini öpüyorum, onu öyle yatarken görünce hiç yapmamam gerekeni şeyi yapıyorum. Gözlerim dolup dolup boşalıyor. Ağlıyorum. Gizli gizli siliyorum başka taraflara bakar gibi yapıp. Sesimdeki titremeyi saklayarak daha çok baş hareketleriyle konuşuyorum bir süre. Güya moral verecektik. Kim nasılsın diye sorsa aynı cevap, aynı hüzün. Aynı çaresizlikte bir ses tonu. Hepimiz yakınıyız.
“Hastayım, yürüyemiyorum artık,” diyor. Yutkunuyorsun. O anda ne diyebilirsin ki? Kalakalıyorsun. Duvarlarda geziniyor gözlerin. Derin bir iç çekişle. Tablolar da hiç değişmemiş, ben bildim bileli aynı. Cevap bekliyor o çok uzun gelen birkaç saniyede.
“Allah bugünümüzü aratmasın yengem diyorum,” içim parçalanıyor. Herkes elini öpüyor sırayla. Yatağının yan tarafına halıya oturup ellerini tutuyorum, ne kadar tutsam hasretim o kadar bitecek, yüreğim o kadar ferahlayacak sanki. Sıcacık elleri. Merhamet kokuyor yastığı yatağı, çarşafı, ayağındaki yünlü çorapları… Geçen yıl da kolu kırılmıştı, aylarca hastanede yatmıştı, hatırlıyorum. Yatağındaki örgüye bakıyoruz. Zor bir model.
“Mehmet’im istedi," diyor, "Anneanne bana da bu lifin mavisinden ör,” demiş. Biz oyalansın diye istediklerini anlıyoruz. O anlamasın yeter. Ama yorulmasına üzülüyoruz bir taraftan da. Bugün düğünü var Mehmet’in, herkes onun için Ankara’da. Daha dün beş yaşındaydı Mehmet, dünyaya gelen büyüyor derler ya, doğruymuş. Hatta daha ötesi de var…
(Fotoğraf: Fatma ÇETİN KABADAYI- Emin ÇETİN- Ahmet ÇETİN, Temmuz, 2021)
Emin amcam, kaş göz arasında hemen soğuk sular, doğranmış kavunlar, yıkanmış kirazlar getiriyor mutfaktan. Biz mahcup. O evin mutfağına gidip gelmek ayrı bir eziyet. Keskin dönemeçler var evin içinde, uzun ve ince koridorlar… “Yapma amca, gerek yok, otur yüzünü görelim, hiçbir şeye gerek yok,” diyoruz. Dinlemiyor.
Yengemle oradan buradan konuşuyoruz o kısa sürede. O haliyle bile ev sahipliği yapıyor bize. Herkesin hayatı hakkında bilgisi var. Emin amcam bize hiç iş düşürmüyor, hem misafiriz diye hem de yakın akrabaları görmek onu da bizim kadar çok mutlu etti. Sılayı rahim çok önemli. Babam ben Emin’imle bu gece burada kalacağım diye tutturmuş durumda, hem yengemle de sohbet edeceklermiş. Yenge onun, yeğen onun… Diyecek bir şey yok. Babam "Yengemin benim üzerimde analık hakkı var" der hayırla yad ederek...
Emin amcam, annesinin duymayacağı şekilde ara sıra söylediklerinden bihaber olduğunu söylüyor. Biz üzgün, biz çaresiz, biz Allah’ın lütfuna, kudretine muhtaç… Allah’ım diyoruz içten içe, havada bin bir çeşit dualar uçuşuyor. Hissediliyor, görünmüyor, duyulmuyor, duyanı biliyoruz, duyan görüyor, duyan her şeye kâdir…
Emin amcam, hep güler yüzlü. Espriyle anlatıyor her şeyi. Ortama neşe katıyor, düğüne gelen herkesi o ve annesi burada görecek. Moralini yüksek tutuyor hep. Hizmet ettiği, duasını aldığı anası bir zamanlar onu elinden tutup okullara götüren annesi.
“Ya kara kız diyor,” bana, “sakallı gelin oldum ben, anneme de bakıyorum, misafiri de ağırlıyorum,” diyerek gülümsüyor.
Sakalını da seni de seviyoruz Emin amcam, diyoruz içimizden. Başımızı eğip gülümsüyoruz.
“Allah sana güç versin, razı olsun,” diyerek müsaade istiyoruz. Biz vedalaşırken su şişesi getiriyor bize. Dolapta fazlasıyla varmış, “yanınızda bulunsun” diye dağıtıyor tek tek. Biz çıkmadan zil çalıyor yine. Hızlı adımlarla ilerledi, gelenleri bekletmek istemiyordu.
Kapıyı açtı, bir karış bembeyaz sakalıyla… Güler yüzle onca misafiri içeri buyur etti. Yorgunluğu yüzünden, gözlerinden okunuyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.