Kurtuluş AYBİRDİ

Kurtuluş AYBİRDİ

OSMANLI'DA ADALET VE HUKUK

OSMANLI’DA HUKUK VE ADALET ÜZERİNE;


Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca nasıl adaleti tesis etmiş ve nasıl onca farklı ırk ve milleti bir arada tutmayı becermiş ve nasıl bir cihan imparatorluğu olarak yüzyıllarca dünyaya hükmetmiştir? Hatta şunu çok açık bir şekilde söylemek isterim ki; Şuanda tek kutuplu dünyada tek başına tüm dünyayı kontrol eden ve hatta yönettiği söylenen Amerika Birleşik Devletleri, devlet yönetiminden tutun da, adalet mekanizmasına kadar, ekonomik politikalarından tutun da dünyadaki siyasi mekanizmalarına kadar, Osmanlı’yı taklit etmekte ve Osmanlı’dan çok ciddi olarak etkilenmiş durumdadır.

Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak adalet sistemimizde, Fransız Anayasası, İtalyan Ceza Kanunu, İtalyan Ticaret ve Borçlar Hukuku, İsviçre Medeni Kanununu kabul edip yasalarımızı bunlara göre yapmışızdır. Esasında hiçbiri bize ait değildir ve ilk etapta bizim kendi ürettiğimiz kendi ihtiyaçlarımızdan kaynaklanan yasalarımız olmamıştır. Şunu söyleyebiliriz ki Osmanlı’dan kalan miras, yasalar, adalet anlayışı, adalet sistemi, bizim yeni yasalarımızda hiçbir şekilde kullanılmamış, hatta bu mirastan esinlenmemiştir de.

Osmanlı Devletinin adalet anlayışı son derece önemlidir, Osmanlıadil bir düzen kurmuş, adil bir hukuk sistemi uygulaması gerçekleştirmiştir. Gerçekten İslam dünyasında adaletin son derece önemli bir yeri vardır. Ta Hz. Peygamber sav.’den itibaren bu konu üzerinde çok durulmuştur. Bütün İslam hükümdarları bu konuda belli bir titizlik göstermişlerdir. Biz bu titizliğin, Osmanlı yönetimi tarafından da gösterildiğini biliyoruz.Burada bir şundan bahsedebiliriz herkese yani bütün tebaya gösterdiği adaletli bir yaklaşım tarzı var. Osmanlı kadıyı, hâkimi bürokrasinin merkezine yerleştirmiştir yani küçük yerleşim birimlerinde kadıdan başka merkezi otoriteyi temsil eden daha üstün bir kimse yok. Büyük yerlerde beylerbeyi vardır. Fakat küçük yerlerde kadı merkezdedir. Kadı, bugün sadece hâkimlerin yaptığı görevleri yapan bir kimse değildir. Bugün kaymakamların ve belediye başkanlarının yaptığı görevleri, noterlerin yaptığı kimi görevleri de Osmanlı devleti kadıya yaptırmıştır. Bu iki şeyi sağlamıştır; birincisi, bürokrasi az insanla çalışmıştır.

  Gerçekten Osmanlı devletinin başarısında biraz bunun da payı vardır. Yani bürokrasinin masrafı fazla değildir. Osmanlı devletini, çağdaşı imparatorluklarla karşılaştırdığımızda, Osmanlı bürokrasisinde çalışan memur sayısı çağdaş imparatorlukların üçte biri civarındadır. Bu, personeli idareli kullanma, ekonomik kullanma prensibinin bir sonucudur. İkincisi; hukuk adamını merkeze yerleştirmiştir. Böylece idare ettiği insanların hakkaniyet içersinde yönetilmesini, ezilmemesini sağlamıştır. Bu konuda kadıya büyük yetkiler vermektedir. Beylerbeyinin olduğu yerlerde bile, kadıların yazışmaları beylerbeyi aracılığıyla değil, merkezle doğrudan yapılırdı. Yani kadılar hiç bir zaman bürokrasinin yönetimi altında veya kontrolü altında olmamıştır. Tam tersine bürokrasi, buna beylerbeyi de dâhil kadıların denetim ve kontrolü altındadır. Bu son derece önemlidir. Şimdi Osmanlı kanunnamelerine bakarsanız, çok teknik bilgilerle sizi sıkmak istemiyorum ama, Osmanlı yönetiminin en orijinal taraflarından birisi halktan toplanılacak olan vergilerin, -halkın istifadesine sunulmuş olan arazilerin ki, bunlara mîri arazi denir- tâbi olduğu esasların, asayişi ihlal edecek suç işleyen kişilere verilecek cezaların, bu kanunnamedeki hükümlerle ayrıntılarıyla tespit edilmiş olmasıdır. Bugün de öyle geçmişte de öyledir.

Hukuk hâkimiyeti veya kanun hâkimiyeti adaletin sağlanmasında son derece önemlidir. Hukukun üstünlüğü önemlidir, hukukun üstünlüğünün olabilmesi için hukuk kurallarının belirgin ve belirleyici olması esastır. Eğer ortada yazılı hukuk kuralları yoksa keyfilik kapıda hazır bekliyor demektir. Osmanlılar baştan itibaren -bu son derece önemlidir, gerek kadıların gerek kamu yöneticilerinin tâbi oldukları hukukî, idarî ve malî esasları bütün ayrıntılarıyla belirlemeyi esas prensip edinmişlerdir. Bu neyi sağlamaktadır; herşeyin hukuk mevzuatı çerçevesinde uygulanmasını sağlamaktadır. Yani mesela bir bölgede vergi toplanılacağı zaman, bu vergi mutlaka bugünkü tabirle kadı marifeti adı altında toplanılmaktadır. Sipahi, kadının bilgisi olmaksızın kesinlikle vergi toplama yetkisine sahip değildir. Tüm inzibâti işler kadının marifeti içersindedir. Çarşı ve pazarların denetimi kadının marifeti altındadır, yani kadı Osmanlı devletinde son derece önemlidir ve herhangi bir usulsüzlük durumunda Osmanlı merkez yönetimi ilk önce kadıya hitap etmekte ve usulsüzlüğün düzeltilmesi için kadıyı devreye sokmaktadır. Bu bakımdan kanunnamelerin ta başından itibaren yayınlanması, halka duyurulması son derece önemlidir.

    Yeni bir kanunname çıktığı zaman Osmanlı uygulamasında bu bütün kaza ve sancak merkezlerine gönderilir; bu kanunnameler bir pazar meydanında okunurdu. Açıkça ilan edilir ve sonradan halka bu kanunname metninin bir suretinin çok cüzi bir miktar karşılığında mahkemeden temin edilebileceği ilan edilirdi. Adaletnamelerde vardır, yani “kanunnameyi pazaryerinde ilan edesin ve isteyen de mahkemeden bunu cüzi bir ücret -zaten mahkeme kâtipleri de böyle bir şey için Allah Allah diyor- karşılığında edinebile.” Çünkü halk eğer kanunnameye aykırı bir uygulama varsa bunu ancak kanunnameden öğrenebilmekte ve hakkını aramaktadır. Bu yüzden Osmanlı yönetiminde çeşitli bölgelerde mahalli idareciler bir zulüm, bir haksızlık yaptıkları zaman Müslüman olsun gayrı Müslim olsun Osmanlı vatandaşının, tebaasının ilk başvurduğu çare, merkezî yönetime başvurmaktı. Bize kanunnamemizi gönderin ki, bizden vergileri doğru mu topluyor bu adamlar, bizi cezalandırıyorlar hukuka uygun mu bunu bilelim... Kanunnamenin kenarında şöyle bir not vardır; “Bu kanunname reayayı ehli örfün zulmünden kurtarmak için hazırlanmıştır.” Şimdi bakın her dönemde kamu yöneticilerinin vatandaşa karşı muamelesi problemlidir. Vatandaşın birbiriyle hukuki ihtilafı problemli değildir. İkisi de güçsüzdür, devlet o ikisini sulh eder. Taraflardan biri güçlü ise o zaman problem başlar. Yani güçlü insana karşı güçsüzü korumak, adalet o zaman ortaya çıkar. Şimdi Avrupa insan hakları mahkemesine her taraftan başvuruyorlar, bu mahkemeye gelen davaların taraflarından birisi kimdir; devlettir. Diğeri sade vatandaştır. Yani gidersiniz ülkeyi dava edersiniz, İngiliz vatandaşı İngiliz’i dava eder, Fransız vatandaşı Fransa’yı dava eder; niye?

    Çünkü Avrupa çerçevesinde bir ideal olarak da olsa burada korunmaya muhtaç olan vatandaştır, bu her zaman böyle olmuştur. Kamu otoritesini elinde tutanlar her zaman bu otoriteyi şahısları için kullanabilmişlerdir. Bunun her devlette, her dönemde az veya çok örnekleri vardır. Osmanlı bu örneklerin az olması için gereken tedbirleri almıştır. Osmanlı adaleti bu yüzden önemlidir. Yani vatandaş, haklarının yendiğini düşündüğü zaman önce kanunnameye bakmakta, hakkı yenmiş mi gerçekten, yenmişse bu defa kadıya baş vurmakta, kadı hakkını alamıyorsa, divan-ı hümayuna başvurmaktadır. Böyle bir sistem kurmuş Osmanlı. Şimdi mesela kadıya başvuruyorsunuz, kadıya başvururken kadıyı da kontrol edecek bir sistem kurulmuş. Nasıl o, her bölgede medreseler var, medreselerde müderrisler var, müderrislerin en önemli bilgi alanı ve öğretim alanı İslam hukukudur yani fıkıh... Osmanlı uygulaması ve İslam tarihindeki uygulama genelde şöyledir. Mahkemeye giderken acaba meselenin hukuki yönü nedir diye gider bir de müftüye danışırsınız. Müftüye dersiniz ki; komşum benim bahçeme bahçesini sularken bahçeme su taşırdı, tecavüz etti, benim bahçe duvarımı yıktı, bunu tazmin edebilir miyim? Burada komşu suçlu mudur, suyu doğru bağlamış mı, bağlamamış mı? Müftünün vazifesi bu değildir. Müftü anlatılana göre sonucu belirler. İslam hukuk tarihinde de Zeyd, Amr gibi anonim isimler vardır. “Eğer Zeyd bahçesini sularken gerekli tedbirleri almamış, suyu taşırmış, bu da komşunun bahçesinde mahsule zarar vermişse, komşunun mahsulünü tazmin etmek zorunda mıdır?

   El cevap: Allah’u âlem zorundadır” der. Şimdi bu hukuki cevabı aldıktan sonra mahkemeye başvurur, tazminat ister. Kadı adil de davranabilir, duygusal sebeplerle haksızlık da yapabilir. Bunun olması mümkün, insanoğlu her dönemde insanoğludur. İç dinamikler, ahlaki etik davranışlar etkili olur, olmaz, bunlar değişir. Şimdi eğer mahkeme fetvaya göre hüküm vermemişse, bunun iki sebebi vardır. Ya müftüden fetvayı alan kimsenin anlattığı gibi olay cereyan etmemiştir. Kadı onu araştırmak zorunda, ya da öyle cereyan etmiştir, kadı hak vermiştir. Bu durumda kadı hak yemiştir. Şimdi bunu en iyi davanın tarafları bilir. İşte mahkeme eğer hakkını yemişse, davacı veya davalı, divan-ı hümayuna -en üst mahkemedir- başvurma hakkına da sahiptir.

 

   Bütün yerli ve yabancı araştırmacıların fikir birliği ettiği bir konu vardır Osmanlı devletinde rüşvetin, adam kayırmanın, haksızlığın olmadığı bir mahkeme varsa, o da divan-ı hümayundur. Bu bakımdan son derece önemlidir. Osmanlı tebaası kendi bizzat gelerek ya vekil göndererek veya yazılı olarak divan-ı hümayuna kadıyı, beylerbeyini, subaşıyı, sipahiyi şikayet eder ve haklı ise hakkını alır.

 

 

Osmanlı Yönettiği Kimselere  Eşit Mesafede Durmak;

Yönettiği kimselere genelde eşit mesafede olmuştur. Yani bir farklı muamele söz konusu olmamıştır. Bir önemli tarafı vergi konusunda tebasına insaflı davranmıştır ve vergi adaletine çok dikkatli yaklaşmıştır, çok önem vermiştir. Mesela Balkanlarda süratle yayılmasının temelinde eskiden mevcut olan vergi sistemine göre Osmanlıların getirdiği vergi sisteminin çok hafif vergiler taşımasının rolü vardır.

İkincisi bu vergiyi toplayan sipahi gibi diğer kamu görevlilerinin halktan taleplerinin çok sağlam ve dakik esaslara bağlanmış olmasındandır. Yani kanunnamelerde mesela sipahi -topladığı vergiler dışında- neler talep edebilir, bu tek tek yazılmıştır. Angarya olarak ne istenebilir.

O dönemlerde Osmanlı öncesinde Balkan çiftçisinin en büyük problemi, feodal beylere karşı yüklendiği ağır vergiler ve ağır angaryalardır. Osmanlının bu dönemdeki vergi sisteminin mevcut vergi sistemine göre çok hafif olduğunu ve özellikle vergi memurlarının, sipahilerin bu sahip oldukları otoriteyi, gücü, su-i istimal etmelerinin önüne dikkatli bir şekilde geçtiğini görmekteyiz.

   Osmanlı devleti arşivinde yüz elli milyon belge vardır. Bu divan-ı hümayundaki yargılamalarla ilgili çok ayrıntılı bilgilere sahibiz. Burada şunu görüyoruz ki, gerçekten hakkı yenenler, divan-ı hümayuna veya padişaha serbestçe başvurma hakkına sahip olmuşlardır. Yahudi bir araştırmacı diyor ki; “Erzurum’da bir köylü beylerbeyi bize zulüm ediyor, haksızlık yapıyor diye Divan-ı Hümayun’a gidip şikâyette bulunmuş.” Şimdi güzel bir yorum yapıyor diyor ki, burada beylerbeyini Divan-ı Hümayun hesaba çekmiştir ve kendisini cezalandırmıştır. Bu bizim için önemli değil, muhtemelen onu cezalandırmıştır. Burada önemli olan Erzurum gibi payitahta çok uzak olan bir bölgede bir alelade köylünün, bölgedeki en büyük mülkî ve askerî amiri şikâyet etme cesaretini kendinde bulmasıdır. Yani reaya, hiç aklına getirmiyor ben bunu şikâyet edersem beni burada kim kurtaracak, benim burnumdan getirir diye kesinlikle böyle bir korkuya sahip olmuyor. Bence bu verdiği karardan daha önemli diyor. Gerçekten de önemlidir. Nasıl başvururlardı divan-ı hümayuna? En çok başvurulan usul, padişah cuma günü umumiyetle saraydan çıkar, kendi yaptırdığı camii de cuma namazı kılar, buna “cuma selamlığına çıkma” denirdi. Cuma selamlığına çıkarken yolun iki tarafında insanlar padişahı, askerlerini, yeniçerilerini temaşa için toplanırlar. İşte o sırada görevli memurlar dilekçe toplardı. Dilekçe toplar, şikayetler padişaha ulaştırılır, padişah bunu sadrazamına havale eder, Rumeli kadı askerine havale eder ve padişah dava sonuçlarını da tek tek dinlerdi. Bununla ilgili bir çok kayıt var. Anlaşılıyor ki, bu cuma selamlığı son derece kalabalık geçiyor yani çok büyük bir insan topluluğu var. Tabii o gün televizyon yok, o yok bu yok, insanlar biraz da eğlenceye muhtaç, bazen dilekçelerin ilgili memura ulaşmasında problem çıkıyor. İşte o zaman küçük hasırlar var, böyle bir gelenek oluşmuş, adam küçük hasırı yakıyor, o bir küçük duman çıkarır. Bir yerde dumanın çıkması padişaha ulaşması bende padişaha ulaşması gereken dilekçe var anlamına geliyor. Hasırın dumanını gören yetkililer dilekçeyi hemen toplardı. Osmanlı mahkemelerinde yargılanma sırasında zaman zaman tarafların kadıyı tehdit ettiğini görüyoruz.

   Bu; “Kadı efendi davana dikkat edesin, hasır yakarım ha!” demekti. Bu yüzden hakikaten Osmanlı yönetiminde kadıların dikkat etmeleri için böyle söylerlerdi. Tabi zaman zaman problemli yargılamalar mutlaka olmuştur. Ama kadılar genel olarak adil yargılamaya önem vermişlerdir. Müftüler kendilerini kontrol etme imkânına sahiptiler. Yargılama açık olurdu. Yargılamanın açık olduğuna dair şahitlik eden insanlar olurdu ve bunlar mahkeme defterine kaydedilirdi. Hakkı yenen kimse de divan-ı hümayuna her zaman ulaşabilirdi. Yani bölge kadısının gerek kendisinin -kadıların verdiği haksız kararlardan biz sorumlu olduğunu biliyoruz- gerekse mahallindeki kamu yönetimlerinin, merkeze bildirmediği zaman sorumlu olduğunu biliyoruz. Çünkü eğer haksızlık varsa Osmanlı merkez yönetimi ilk önce kadıyı hesaba çekiyor, “sen buradasın bunu niye bize bildirmedin” diyordu. Bu yüzden adaletnamelerde kadılara yönelik çok ağır ifadeler vardır.“Haksızlıklara dikkat edesin, bize bildiresin ki, hakkından gel, gelelim, yoksa siz muhatap olursunuz” diyordu. Bu nokta son derece önemlidir.

  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.