Av. Mehmet YALÇINKAYA
NEFSİNİ İLAH EDİNENLER
Nefsini ilah edinenler tabiri Kur’an’da Furkan Suresi’nde geçer. Surenin 43. ayetinde Rabbimiz: (Ey Resulüm) gördün mü, o nefis arzusunu ilah edineni? Artık ona, sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?) buyurmaktadır.
Bu ayeti anlayabilmek için, hemen öncesinde geçen ayetleri bilmek gerekir. Furkan Suresi 41. ayette Rabbimiz: “Seni gördüklerinde seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar ve şöyle derler: Allah’ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu?” 42. ayette ise; “Şayet tanrılarımıza inanmakta direnmeseydik, az kalsın bizi ilahlarımızdan saptıracaktı. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler”
Kur’an’da nefsin kötülüklerini anlatmak için genellikle “heva” sözcüğü kullanılır. Heva sözlükte “ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi manalara gelir.
Mekkeliler, peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (SAV)’i çok iyi tanımaktadırlar. Kureyş Arapların, Haşimoğulları kabilesi de Kureyş’in içinde en saygın aile topluluğuydu. Peygamberimizin güzel ahlakı sebebiyle, Mekkeliler O’na güvenilir anlamına gelen El-Emin lakabı takmışlardı. Peygamberimize o kadar çok güveniyorlardı ki, tebliğini kabul etmeseler bile dünyalık mallarını emanet edecek O’ndan daha güvenilir kimse bulamıyorlardı. Hicret gecesi Peygamberimizin Hz. Ali efendimizi geride bırakma sebeplerinden birisi de kendisine bırakılan emanetlerin sahiplerine iade işlemleri içindir. Küfrün bu hareketini modern psikoloji nasıl değerlendirmektedir merak ediyorum doğrusu. Öldürmeyi düşünecek kadar düşman ol, ama mallarını emanet edecek kadar da güven. Bu ne yaman çelişkidir!
Çocukluğundan, gençliğinden beri bildikleri, işinde, ticaretinde, sözünde, ailesinde gıpta ile seyrettikleri Hz. Muhammed (SAV)’e, peygamberliğini ilan etmesiyle, Allah, bu adamı mı peygamber olarak gönderdi, diyecek kadar küçük düşürücü, alaycı ve çirkin sözlerle saldırmaya başladılar. Bu tutumları, onun saygın şahsının ve getirdiği kitabın küçümsemeyi hak ettiğine inandıklarından mı kaynaklanıyordu?
Kesinlikle hayır. Bu tutumları, peygamberimizin üstün ahlaka sahip kişiliğinin ve Kur'an’ın, her yönü ile karşı konulmaz etkisini azaltmak amacı ile önde gelen Kureyşlilerin hazırladığı iğrenç bir planın uzantısıydı. Sosyal kurumlarını, ekonomik yapılanmalarını tehdit eden bu yeni davet hareketine karşı, direnme amacı ile başvurdukları yöntemlerden biriydi. Peygamberimizi yaftalamak için başvurdukları her sıfat acziyetlerini de ortaya koymaktaydı. Şair, kâhin, deli dediler. Olmadı “sihirbaz” diye iftira attılar. Sihrin ne olduğunu bilen Arap kabilelerini inandırmak için de onlara, Muhammed, büyüleyici sözler söylemektedir. Bununla baba ile oğlu, kardeşle kardeşi, karı ile kocayı, kişiyle aşiretini birbirinden ayırmaktadır diye izaha kalkıştılar. Amaçları bu yöntemle halk kitlelerinin gözünde peygamberimizin değerini düşürmekti.
Kureyş’in önde gelenleri, halk kitlelerinin inancının, kendi dini kontrolleri ve tasarrufları altında kalmalarına özen gösteriyorlardı. Ancak bu tasarruf yetkisinin gölgesinde idarelerini sürdürebilirler, ekonomik sistemlerini koruyabilirlerdi. Nitekim Ebu Cehil’in, bir dost toplantısında dile getirdiği itiraf bunun ispatı niteliğindedir: “Biz de Hz. Muhammed’in doğru söylediğine inanıyoruz. Ama Sikaye (Hacılara su verme işi), Rifade (Gelenlerin doyurulması işi) ve Kâbe’nin anahtarı (Kâbe’nin bakım ve koruma işi) Haşimoğullarında. Peygamberliği de onlara kaptırırsak vallahi bir daha yönetici olamayız.”
Kureyş seçkinlerinin bu tutumu, her zaman ve her yerdeki hak davalarına ve davetçilerine düşman olanların sergilediği tutumun aynısıdır. Küfrün bu mantığını iyi bilip her daim uyanık olmak gerekir.
Görünürde onu alaya almalarına, küçümsemelerine rağmen, sarf ettikleri sözler onların peygamberimizin kişiliğinden, ortaya koyduğu delilden ve kendilerine sunduğu Kur'an’dan etkilenmiş olduklarını gösteriyor. Nitekim Kur’an’ın ifadesi ile şöyle demişlerdi: “Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti!”
Bu sözlerden anlıyoruz ki, Mekkeli müşrikler, hakikati bildikleri, doğruyu anladıkları halde heva heveslerine tabi olup, nefislerini ilah edinme yolunu seçtiler. Dünyadaki güç ve zevklerine devam etmekle sonuçta helak olmayı kabul etmiş oldular.
Bu noktada hitap peygamber efendimize yöneltiliyor. Müşriklerin inatçılıklarına, serkeşliklerine ve kendisini alaya almalarına karşı O’na destek veriliyor, moral empoze ediliyor. Çünkü O, davasını sunarken bir kusur işlememiştir. Onları ikna etmek amacı ile bir takım deliller sunarken hata etmemiştir. Onların kendisine dil uzatmalarını haklı kılacak, hiçbir hareketi olmamıştır. Çünkü onlar kişisel arzularını ilah edinip ona ibadet ediyorlar. Kişisel arzusunu putlaştırıp ona ibadet eden birine, bir insan peygamber olsa bile ne yapabilir ki? Allah (cc) peygamberini teselli sadedinde, “onları şirkten sen mi koruyacaksın” diye habibine seslenerek moralini bozmamasını, insan ve peygamber olarak üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiğini bildirmektedir.
Bu ayetlerin sonlandırılması ise Kur’an’ın bütünlüğü ile uygunluk arz etmektedir. Değişmez sonucu Allah (cc) bizlere bir sonraki ayette hatırlatmaktadır: “Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetini dinleyeceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvan gibidirler. Hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.