Demliyazılar
Müftü Amcam ve Tesbih
Ne güzel söylemiş büyük üstad Necip Fazıl;
“O dem ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e “hoş geldin” diyebilmektir hüner...”, diye.
Biricik Müftü Amcam Zübeyir Koç bir yıldan beri Azrail’e hoş geldin diyordu. Büyük çileleri vardı ama bir kere olsun bu çilelerini dert olarak kabul etmiyor ve kimseyi de üzmüyordu. Bir taraftan felç ile bir taraftan da prostat ile uğraşıyordu. Bunları biz çile zannederken onun için Eyyub sabrıydı.
Hastalığından dolayı ziyarete gelen yakınlarını tanıyamıyordu ama elindeki tesbih ile durmadan ya Allah diyordu, ya Hu diyordu ya da salâvat getiriyordu. Hiç düşürmüyordu dilinden. Yakin olmak istiyordu Yaradanına. Bekliyordu o bir an evvel gelsin Azrail diye.
Ölüm… Bir taraftan sevenlerinden uzaklaşmak bir taraftan da sevenlerine kavuşmak. Arkada gözü yaşlı eş, çocuk, dost, akraba bırakmak ama bir yandan da en sevdiklerine kavuşmaktır. Dilinden düşürmediği Rabbi’ne ulaşmaktır ölüm. O istedi diye O’nun gibi yaşamaya çalıştığı büyük insan Peygamber’e ulaşmaktır ölüm.
Sevgili Amcam Zübeyir Koç herkes tarafından sevilen, takdir edilen, sözüne itibar edilen bir insandı. 75 yıllık ömründe kimseyi üzmemeye çalışmış ama doğru bildiklerini her zaman da söylemiştir. Sakındırmamıştır sözlerini. Hak olduktan sonra hiç kimseden çekinmeden söylemiştir. Yeri geldiği zaman cevvaldi, yeri geldiği zaman da nüktedandı.
Ben onda iki halifeyi de bulurdum; Hz. Ömer ve Hz. Osman. Bu iki mübareğin yaşantısını sanki kendine ilke edinmişti.
Babamla amca çocukları olduğu için çocuklukları beraber geçmiş. Kendi akranlarına hep önderlik yapmış ve onlara bir ağabey şefkatiyle davranmış. Hiçbir şeyden korkusu yoktu merhumun. Babam onla birlikte derelerde dolaşırken derede yakaladığı yılanı büyük bir cesaretle tutup başını kopartabilirmiş.
Deli dolu bir yaşantısı vardı amcamın. Görev yaptığı müddetçe ister üstleri olsun isterse astları her zaman İslam’ın gerektirdiği doğruları söylermiş. Hatta bir kere kendisinden dinlemiştim; odasına gittiği garnizon komutanına Allah’ın selamını verdiğinde selamının karşılığını alamadığı için ona çıkışmış ve daha sonra garnizon komutanı onu her gördüğünde ya selam verirmiş ya da onun selamına karşılık verirmiş.
Vaazları çok dolgun ve insanlarda etki bırakırdı. Cenazede iken vaazlarını dinleyen birisinden duydum. O kadar zaman geçmesine rağmen o insan amcamın “Bir ev için üç şey gariptir; Misafire ikram edilmeyen ev, Kur’an okunmayan ev ve namaz kılınmayan ev” sözlerini unutamamıştı.
Hiç unutamam akrabalarımdan birisi ona “Hocam Kur’an’ı açık bıraktığımızda şeytan okur mu?” diye bir soru sormuştu. Merhum da bu soruya karşılık “Kerata hiç olmazsa okusun da hidayete ersin. Olur mu öyle şey diye” nüktedan bir cevap vermişti.
Hep yüzü güleçti. Kim olursa olsun herkese karşı şefkatle ve güler yüzle karşılardı. Birilerini kırmak onun kitabında yoktu.
Gayesi sadece İslam’dı. Yaşantısını ona adamıştı. Onun dünyada başardığı en büyük iş Kore’de İslam’ı yaymasıdır. Allah ona böyle bir vazifeyi bahşetmişti ve şu an Kore’de kırkbinden fazla İslam olmuştu. Amcamın Kore anılarını okurken orada İslam’ı nasıl yaydığını ne güzel dile getirmişti;
“Askerde İslami duygular adeta kaynamaya, içlerinin derinliklerinden dışa doğru akmaya başlamıştı. Büyük bir istekle namaz kılıyorduk. Oraya hangi siyasi amaçlarla yollanmış olurlarsa olsunlar, askerde cihad düşüncesinden, ALLAH yolunda şehid olmaktan başka bir düşünce yoktu. Bu sebeple kahramanlıklar gösteriyor ve fevkalade zor durumlarda bile düşman karşısında, diğer dost birliklerinin hayret ettikleri ve bir türlü izah edemedikleri bir şekilde sebat gösteriyor ve direniyorlardı. Kore'de İslamiyet'in yayılışı da o sırada askerlerdeki bu İslami özden başladı.
Diğer birliklerin çevresinde olduğu gibi, bizim birliğimizin çevresinde de, yemek artıkları toplamak üzere, harpte anasız-babasız kalmış yoksul düşmüş çocuklar bekleşiyorlardı. Aynı düşmanla çarpıştığımız o Hıristiyan birliklerde durum değişmediği halde, bizim birliğimizde kısa zamanda bu çocukları bizzat himaye etmek temayülü belirdi. Bunlar mescidin ve revirin bir bölümüne alındı. Artıklarla değil, bizim yediklerimizle doyurulmaya ve üstlerine başlarına bakılmaya başlandı.
……………..
Böyle mücadeleci, tuttuğunu koparan dağ gibi adam son bir senedir büyük hastalık geçirmişti. Hastalık onu o kadar zayıflatmıştı ki sanki kemiklerinin üzerinde sadece derisi kalmıştı. Cenazesini yıkamaya yardım ederken geçmişe daldım ve onun o heybetli konuşmaları, canlılığı, nükteleri, şefkatli ve olgun tavırları gözlerimin önüne geldiydi.
Gitti aramızdan. Sadece gözyaşları bırakmadı bende. Bir de tesbihini bıraktı. Artık o tesbihiyle Allah Allah diyemeyecek. Ama o tesbihler artık onun için mutlaka şahitlik yapacaktır, bizimle Sana yaklaşmaya çalıştı diye.
Eleştiri ve önerileriniz için;
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.