xxx12
Komüncü müsünüz, bireyci mi?
Avrupa tarihinin temel çatışmalarına elindeki klişelerden başını kaldırıp daha dikkatli bakabilen meraklı bir göz, siyasi kültürümüze ithal ettiğimiz çoğu kavram ve anlayışın nasıl başkalaşarak bizde çok farklı çatışmaların konusu haline geldiğini görebilir. Mesela sosyalizm, aslında üretim araçlarının tekeline ve sermayenin toplumsal ilişkilerdeki iktidarına karşı itirazken nedense Türkiye’de karşısında dinamik muhalif olarak sermaye tekelini değil, yoksul ve alt sınıflardan milliyetçileri buldu.
Ya da milliyetçilik, Avrupa tarihinde türedi zenginlerin (burjuvazi), imparatorluk mimarisini parçalayarak daha küçük ölçekteki devletler (ulus devlet) eliyle oluşturulacak kaynak aktarma yöntemleri sayesinde servetlerine servet katmak üzere destekledikleri, dine ve kiliseye de muhalif bir hassasiyetti. Fakat Türkiye’de kitlesel milliyetçilik, orta sınıf bile sayılamayacak dindar kesimlerin ideolojisi olabildi. Buna karşılık, işçi sınıfının hakları (veya iktidarı) ve yoksullar için mücadele eden sosyalistler, o yoksul kesimlerden insanların ideolojisi olan milliyetçiliği hasım görebildi.
Acaba Avrupa’nın türedi zenginleri, yerleşik toplumsal ve siyasal düzenin simgesi olan aristokrasiye idealist heyecanla mı karşıydılar ve gözleri halkın iradesinin tecellisinden başka bir şeyi görmüyor muydu, yoksa ülkenin kaynaklarından aldıkları payı arttırmak mıydı bütün dava?
Aynı türedi zenginler, kilisenin etki alanındaki insanları “özgürlük” sloganıyla kilisenin çevresinden çekip kopardıktan sonra ne yaptılar sanıyoruz? Ticarî veya sınaî kapitalizmde ucuz iş gücü yaptılar! Üstelik de cemaat dayanışmasının yokedildiği bir toplumda ve çekirdek ölçeğe kadar ufalanmış güçsüz aileler içinde yaşamaya mecbur bırakarak.
Acaba ortaçağların düzeninde mi, yoksa burjuvazinin ulus devletindeki kapitalizm döneminde mi insanlar sefalet içinde, insanlık dışı koşullarda, türedi zenginlerin her türlü sefahatine sahne olan şehirlerin varoş ya da gettolarında yoksulluk içinde yaşamak zorunda kaldılar?
Sanayi kapitalizmi döneminde yaşanan hak ihlalleri, emek hırsızlığı, ahlaki çöküş, berbat yaşam koşulları, kadın ve çocukların köle işçiler olarak istihdam edilmesi, türedi zenginlerin eski düzene başkaldırarak toplumsal dokuyu parçalamasının sonucu değil mi? Laiklik tam da bu değişimin gerçekleşebilmesi için kilisenin gücünün kırılması amacıyla ortaya atılmış bir formül değil miydi? Bir diğer ifadeyle, türedi zenginler, dinin denetiminden çıkmış bir kazanç düzeni kurabilmelerini ve diledikleri gibi hareket edebilmelerini, laikliğin, dini ekonomi alanından sürüp çıkarmasına ve bireysel vicdanlara hapsetmesine borçlu sayılmaz mı?
Sosyalizmin ütopyasındaki komüncülük (cemaatçilik/komünizm), aslında modernleşme sürecinde toplumsal ilişkilerin bozulup yozlaşmasıyla türeyen “bireyselleşme”ye karşı bir başkaldırıdır.
Bizdeki çarpık yansımalara bakarak komüncülüğün milliyetçiliğe karşı konumlandırılması, neresinden bakılırsa bakılsın acaip bir karşıtlıktır. Hele de dindar veya muhafazakâr kesimlerin komüncülük aleyhtarlığının başını çekmesi insanı iyice afallatmalıdır.
Son zamanlarda liberallerin özendirmesiyle dindarların veya muhafazakârların dillerinden düşürmedikleri “bireyleşme/bireyselleşme” kavramı, Avrupa’da türedi zenginlerin, imparatorluklar döneminde aristokrasi ve kiliseye dayalı iktidar çatısını dağıtabilmek için dindar cemaat yapılarını çözüp parçalamak üzere ürettikleri bir değişim, dönüşüm ve başkalaşma fikriydi. İnsan, bir topluluğa (cemaat) ait olmaktan çıkıp kendi başına ve yapayalnız kaldığında burjuvazinin doymak bilmez iştihasını tatmin etmek için ölesiye ve karın tokluğuna çalışacak ideal iş gücü haline geliyordu. Böyle bir düzende; dayanışma, üretilen değerin adil bölüşümü ve güçsüzlerin korunup kollanması sözkonusu bile olamazdı, nitekim olmadı da.
Oysa İslam’ın toplumsal ve ekonomik tarihsel tecrübesinde komüncülük, yani cemaatçilik vardır. Müminler ya da mümin olmayanlar, birinci halkada kendi cemaatleri içinde, ikinci halka olarak da herkesi kapsayan millet sisteminde güçlü bir dayanışmayla korunup kollanır, asla kendi kaderlerine terkedilmezler.
Buna rağmen toplumda “Müslüman kapitalizmi”nin türemesini İslam’a armağan eden, muhafazakârlığın ta kendisidir.
Serveti güç, iktidar, tekel ve imtiyaz aracı olarak kutsayan varsıl kesimler, mülkü sözde Allah’a ait kabul edip ama gerçekte kazandıklarının tamamını kendi mülkleri olarak gördüklerinden ve bu nedenle kaybedecek bir hayli şeyleri olduğundan kuşkusuz komüncülüğe karşı çıkacak ve bireyciliği yücelteceklerdir. Fakat hayatlarında emek ve umutlarına vurulan prangalardan başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yoksul kitleler nasıl olur da komüncülüğü düşman belleyebilir ve kendilerini toplumda yapayalnız, tek başına, güçsüz ve örgütsüz bırakacak bireyciliği matah bir şey sanabilirler?
Liberal demokrasinin toplumda ancak “birey”in inşa edilmesiyle kurulabileceği fikrine öncelikle dindar toplumun, komüncü/cemaatçi kültür kökleri nedeniyle şiddetle tepki vermesi gerekir aslında.
Fakat cehalete bakın ki bireyciliği en çok savunanlar muhafazakârlardır!