Recep KOÇAK
‘Işığı yanan ev’in hikayesi
Bu hikâyeyi ilk defa 2011 yılında köşemde paylaşmıştım. Akit Gazetesi yazarı Hüseyin Öztürk Bey de köşesinde aynı hikâyeye yer vermişti. İçimizdeki umudu yeşerten, insanımız adına sevinmemize vesilen olan bir hikâye idi “ışığı yanan ev” hikayesi...
Altı yıl önce İzmir'de bir gönüllü toplantısında yazar Nihat Dağlı da misafirlerimiz arasındaydı. Söz aldı ve Profesör Saffet Solak Beyden dinlediği bir hatırayı paylaştı. Saffet Solak Bey bir konuşmasında o hatırasının şöyle anlatmış:
"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan hacıanneye sıkılarak, 'Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?' dedim. Hacıanne, 'Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz.' dedi. Merak ettim, tekrar sordum: 'Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?' Hacıanne: 'Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz."
Nihat Dağlı yukardaki hatıranın ardından, “Benim gözümde Deniz Feneri ‘ışığı yanan evdir' demişti. Günümüzde sayıları epeyce artmış olan yardım kuruluşlarımız sadece Türkiye'de değil dünyanın dört bir yanında yetime, yoksula, kimsesize, güçsüze, yaşlıya ve engelliye ‘ışığı yanan ev' oluyorlar.
Balı kavanozun dışından yalayan kimi çevreler mazlum coğrafyalarda yazılan bu iyilik destanlarından bir şey anlamasalar da ışığın ulaştığı mazlum yürekler her şeyin farkında. Onlar beş vakit namazlarında ve her daim Türkiye'den uzanan yardım ellerine ve iyilik neferlerine dua ediyorlar. Ne mutlu, iyiliği yaşatanlara. Ne yazık, iyiliğe engel olmaya çalışanlara.
…
Geçtiğimiz günlerde diş hekimi ağabeyim Abdülkerim Karaağaç’ın kaleminden “ışığı yanan ev” hikâyesini yeniden okuyunca çok şaşırdım. Mesaj aynı idi ama hikâyenin kahramanı farklıydı. Bir yerlerde bir karışıklık olmuştu anlaşılan.
Abdülkerim Bey’in anlatımıyla şöyle idi hikâye:
“KÜÇÜK BİR HATIRAM
Diş hekimliği fakültesini bitirmiştim. Askerliğim, Ankara’daki iki aylık eğitimden sonra Niğde’nin Bor ilçesine çıktı. Bor da askerliğim sırasında muayenehane de açtım. Gençtim, evliydim ve üç çocuğum vardı.
Bor’a önce yalnız gittim ve kiralık bir ev tutuncaya kadar, İstanbul'da öğrenciliğim sırasında tanıdığım arkadaşımın evinde üç gün kaldım. Evleri tren istasyonunun hemen yanındaydı. İlk gün, akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Arkadaşıma bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı baba karşımda oturuyordu, sıkılarak ona: "Amcacığım biliyorsunuz, benim ilk günüm olduğu için, önceki diş hekiminden kalan bayağı yoğun hasta vardı. Onlarla uğraşmak, bir de mesaiden sonra ev aramak için çok gezmem sebebi ile bayağı yorgun düştüm. Sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacı baba: “Evladım kusura bakma, treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi. Merak ettim, tekrar sordum: "Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?"
Hacı baba: "Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda ışığı yanan bir ev bulamazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, "ışığı yanan bir ev" bulsun diye bekliyoruz."
Amcanın bu sözü beni çok etkiledi.
Bor’da trenden inen yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu: "Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler." Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?
Dt. Abdülkerim Karaağaç”
Hikâyenin yukardaki versiyonunu Abdülkerim Bey’e gönderdim. Ondan gelen cevap şöyleydi: “Saffet Solak Bey bir toplantımızda benden dinlemişti bu hatırayı…”
Belli ki Saffet Bey Abdülkerim Bey’in hatırasını bir yerlerde anlatmış. Ancak dinleyenler zamanla bu hatırayı Saffet Bey’in yaşadığı bir hatıra gibi hatırlayıp aktarmışlar...
Böylece güzel bir hikâye ile ilgili olarak devam eden bir karışıklığı ortaya çıkarmış, konunun netleşmesine ve hikayenin asıl kahramanının ortaya çıkmasına vesile olmuş olduk.
Allah bu ülkede “ışığı yanan ev”leri eksik etmesin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.