Sezai ÇİÇEK
İşçi, köylü, gençlik...
İşçi, köylü gençlik...
Şu an için, “Belediye Teşkilatı Kurulduğu” zamana göre adeta boşalmış gözüken Çoğulhan Kasabasında, baharın yaza döndüğü günlerin başındaydık. 1977 yılı Mayıs ayında, henüz kasabada herkesin evine elektrik hattı çekilmemiş haliyle de sadece zenginlerin alabildiği televizyonları da yokken, Pazar günü küçük amcamın peşine katılmış, kahvehaneye gidiyordum.
Amcamlar; dayımlardan farklı olarak, bazı akşamları ve hafta sonlarında “Tekelerin Bayram’ın”, caminin aşağısında, selvi ağaçlarının bulunduğu bir de bahçesi olan kahvehanesine giderlerdi. Bayram Amcanın sağ omuzunda bir havlu bulunurdu her zaman. Yanında çırağı ya da çalışanı olmadığı için daha ziyade müşterilere kendisi çay servisi yapar diğer vakitlerde de sigara içer halde görürdüm onu.
Dayımların kahvehaneye adetleri yoktu pek. Nadiren de olsa arkadaşlarıyla “çay içmeye” gittiklerini ama orada oyun oynamadıklarını biliyorum. O zamanlar kahvede genel olarak insanlar sohbet eder, çay içer yahut iskambil ve benzeri oyun oynarlardı. Amcamların kahvede (o zamanlar okey adlı oyun var mıydı hatırlamıyorum) iskambil ya da başka kağıt oyunu oyunu oynadıklarına hiç şahit olmadım. Bu arada siz kahvehane diye yazdığıma bakmayın, kasabada herkes “gayfe” diye telaffuz ederdi bu kelimeyi.
O tarihlerde kasabamızın kahvehanelerinde, gazete okuyup ajans dinleyen (radyo haberlerine eskiler ajans derlerdi) herkesin kendisinden siyasi yorumlar yapmasını istediği, bilgi ve görgüsüne itimad edilen, kibar tabiatı ve nezaketiyle tanınan “Fadıl Efendi”nin konuşmalarına yahut ondan duyulanların aktarıldığı sohbetlere de şahit olunurdu.
Söz buraya gelmişken, “Tekelerin Bayram’ın Gayfesi”nde rastladığım ilginç bir hadiseyi de yazayım bari. Yaz mevsimiydi o zaman. Bazı müdavimler tek katlı yapının içerisinde, çoğunluk ise bahçede selvi ağaçlarının altındaki masalarda koyu sohbetteyken, birisinin cami tarafından koşar adımlarla gelip doğrudan çay ocağına gittiği görüldü. Şahsın içeri girmesiyle “Deli Memmed Emmi” açık olan pencereden ok gibi dışarı fırlayıp selvilerin arasında doğru koştu. Ben bu kaçıştan bir şey anlamamıştım ki, birkaç dakika sonra Deli Memmed Emmi aheste adımlarla geri geldi. Meğer Deli Memmed Emmi yanında ruhsatsız tabanca taşıması nedeniyle, biraz önce gelenin, hakkında ihbar yapıldığı ve jandarma geldiğini söylediği için kaçmak zorunda kalmış.
Aslında biz çocukluğumuzda amcamıza “abi” hanımlarına da “abla” diye hitap ederdik. Bunun sebebi de babaannemizin, annemize bu yöndeki telkiniymiş. Nitekim amcamların çocukları da bizden alıştıkları için kendi babalarına “abi” annelerine de “abla” diye hitap ediyorlar.
Neyse küçük amcamla bir hafta sonu yine kahvehaneye gitmiştim. Benim asıl gitme sebebim orada televizyon izlemekti. Çünkü çocuk olarak tek başımıza kahvehanede televizyon izlemeye gitme şansımız yoktu. Bununla birlikte orada büyüklerle aynı masada oturup onları dinliyor, belli etmesem de konuşmalarına içimden cevap veriyor, kimisine itiraz ediyor bir kısmını da onaylıyordum.
O günlerde insanlar siyasi partili olarak birbirlerinden bugüne göre adeta daha derin ayrılıklar içerisindeydi. Hatta neredeyse her partili grubun kendi kahvehanesi vardı. Evet bazan her iki kahvehaneye de gidip gelen olurdu ancak bu kişilerin hem sayısı azdı hem de her iki tarafta kendisinden sayardı onları. İşte yukarıda bahsettiğim "Tekelerin Bayramın Gayfesi" de, daha ziyade “halk partililerin” oyalandığı bir kahvehaneydi.
Hatta bizim kasabada, aynı sokakta oturan ve uzaktan akraba da olan iki ailenin farklı partilerin sempatizanı olmaları sebebiyle aralarında kavga hiç eksik olmazdı. Bu kavga ve döğüşlerin ekseriyeti de her iki ailenin evlerinde besledikleri köpeklerinden kaynaklanırdı. Nasıl yani diyecek olursanız, izah edelim efendim. MHP’li aile köpeğine “Ecevit”, CHP’li aile ise “Türkeş” ismini takmıştı. Ailelerin gençleri ayda bir iki kez köpekleri kışkırtır ve boğuştururlar sonrasında da kendileri kavgaya tutuşurdu. Öyle ki kasabada bazı muzip kişiler, “yine Ecevit ile Türkeş boğuşmuş” diye olayı gülerek anlatırdı.
İşte siyasetin bu kadar günlük hayatın içerisinde ve etkin olduğu dönemde, bir gün kahvehanede televizyondan öğle vakti haberlerini dinliyordum. Spiker, Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı Bülent Ecevit’in seçim gezilerine devam ettiği ve bir sonraki Pazar günü Kahramanmaraş’da miting yapacağını söylüyordu. Amcama “genel başkan demek” diye sordum. O’da benim anlayabileceğim şekilde birkaç cümleyle konuya dair bildiklerini anlattı. Hatırladığım kadarıyla partinin her bir vilayette ve kazada bir başkanı varmış, genel başkan da hepsinin başkanıymış!.. Nitekim ülkemizde 5 Haziran 1977 günü zaten milletvekili genel seçimleri yapılacakmış.
Tabi, Ecevit’in miting haberini duyanlar, minibüsüyle bizim kasabadan ilçemiz Afşin ve komşu ilçe Elbistan’a yolcu taşıyan, bugünün tabiriyle dolmuş işleten (lakin o zaman bu işe dolmuş işletme değil de minibüs çalıştırmak derlerdi) amcama kendilerine mitinge götürüp götüremeyeceğini sordular. Sonra da aralarında bir müddet konuştular ve belli bir rakama anlaştılar. Amcam 10 kişilik bir partili grubu Pazar sabah erken kasabadan alıp Kahramanmaraş'a mitinge götürecek, sonra da geriye getirecekti. Akşam amcam büyük amcama “Maraş’ta Pazar günü Ecevit’in mitingi varmış, Ecevitçileri götürüp getireceğim” diye konunun detayını anlattı…
Haberi duyunca zihnim, benim de bu fırsatı değerlendirmem gerektiğine dair uyarı vermiş olmalı ki, amcamın kulağına eğilerek yavaşça “abi bende minübüsle seninle Maraş’a geleyim mi?” dedim. Amcam bir iki saniye duraladıktan sonra “olur gardaş!” dedi. Amcam kendisiyle sohbet ederken bana “gardaş” diye hitap ederdi.
Artık içim içime sığar mı benim. Bir koşu eve geldim Maraş’a gideceğimi söylemek için . Evde kimse olmadığından, bu haberi paylaşacak birisini aradım ama nafile. Ancak bir iki saat sonra anam eve geldiğinde ona söyledim. Bir taraftan da ya Maraş’a gitmeme izin vermezse ne olacak diye korkuyordum. Ki düşündüğüm gibi olmadı ve herhangi bir itirazla karşılaşmadım.
Bana beklemesi bir aydan uzun gelen hafta sonuna nihayet kavuştuk. Amcamla Pazar sabahı erken saatte (sanırım 07.00 sularında) kasabada minibüslerin kalktığı meydandan “Ecevitçi” yolcuları alarak Afşin’e doğru hareket ettik. O tarihlerde ilçemizle il merkezinin arası 180 kilometreydi. Kasabayla ilçenin arası da 15 kilometre olduğuna göre demek ki yaklaşık 195 km. yolumuz vardı. Sanırım bu yol şimdi 50-60 km daha kısaldı.
Bu seyahattan önce hatırladığım en uzun yolculuğum, kasabamızla Elbistan arası olduğu için o da 30 km mesafeyi aşmamıştı. Gerçi bebekliğimde bizimkilerle Gaziantep’e gitmişim ama 1,5 yaşında olduğum için bu seyahati hatırlamıyorum haliyle. Bana söylenen annemin kucağında bir züccaciye dükkanına girdiğimizde elime aldığım ve kimsenin bana bıraktıramadığı bir küçük “tas”ım vardı o yolculuğun hatırası olan. Hatta ona dükkan sahibinin ismi Asef olduğu için bizim evde “asefin tası” denilir ve ben de kimseye bu tası su içmesi için bile vermezdim.
Yolculuğumuzun ilk yarım saatından sonra yolumuz ormanlık bir bölgede devam ediyordu. İlk kez orman gördüğüm için gökyüzüne doğru uzanan dalları arasından süzülen güneş ışığının parlattığı, iğne yapraklı ağaçları hayranlıkla izliyordum. Gidişe doğru sağ taraftaki ormanlık daha kesif olmakla birlikte sol yanda da orman vardı. Uzaklarda dağ ve tepelerin yamacında ya da eteğinde bulunan yeşile bürünmüş köyleri de görebiliyordum. Ne güzel yerlermiş buralar böyle diyordum içimden. Bizim kasabamız ovada bulunduğu için sadece tarla başlarında söğüt ve kavaklar ile ve bazı komşuların evlerinin kapısında ya da bahçelerinde bulunan dut ağaçlarından başka pek ağaç görmemiştim o güne kadar.
Yolculuğumuz toplamda 4 saata yakın sürecekmiş. Minibüstekilerin konuşmalarına göre yolun yarılandığı yer olan Tekir bölgesinde durulacakmış. Yol bol virajlı zaman zaman yukarı doğru eğimli olan bir güzergahta ilerliyordu. Bu sebeple olsa gerek fazla hızlı gitmiyordu aracımız. Zaten amcam da hız yapmayı seven bir şoför (o zaman sürücü değil de şoför derlerdi araç kullananlara) değildi.
Yolculuğumuzun kasabamızdan ilçeye kadar olan kısmında herhangi bir araçla karşılaşmadık desem yeridir. İlçeden sonra, Göksun’a kadar olan bölgedeyse bir iki minübüs ve otomobil dışında yol boştu neredeyse. Göksun’u geçince Püren Tüneline girdik ki ilk kez bir tünel görüyordum. Daracık bir boru gibi olan bu yerde minibüs nasıl saha sola çarpmadan ilerliyordu hayret. Hem de içerisi zifiri karanlık olmasına rağmen. Amcam sanki öğle aydınlığında kullanıyor gibi sürüyordu minibüsünü. Tünelden çıkınca güneş ışığına yıllarca hasretmişim gibi geldi bana.
Sonra yolumuz yarıya ulaştığında “Ali Kayası” denilen bölgeye vardık. Yolun sağında kalan ve yüzlerce metre yükseklikte olduğu hissi veren düz bir dağ daha doğrusu kaya parçası idi bu yer. Başımı minibüsün sağ yan penceresinde yukarı doğru kaldırmama rağmen “Ali Kayası”nın en yukarısını görememiştim bile.
Ne kadar vakit geçti tam olarak hatırlamıyorum ama Tekir molasından sonra yolumuz nispeten daha düzelmiş ve virajların hem sayısı hem de keskinliği azalmıştı. Bu noktadan sonra yer yer yolun karşı tarafından da araçlar geliyor, yahut bizim geçtiğimiz ya da bizi geçen vasıtalar da oluyordu. İlerleyen zamanda daha da çoğaldı yoldaki araçlar ve tek tük insanlar da görülmeye başladı. Bu arada yolculuğun sonuna yaklaştığımız için çoğunluğu yolun sağında olmak kaydıyla tabelalar görüyordum. İl merkezine doğru yaklaştıkça sayısı artan tabelalarda, mağaza, otel, hamam, manifaturacı, züccaciye, hırdavat ve sair ticarethanelerin isimleri, adres ve telefonları bulunuyordu. Tabelaların bazısında “otelimiz kaloriferlidir” ibaresi özellikle dikkat çekici şekilde yazılmıştı nedense!
Nihayet Batıpark tarafından Kahramanmaraş’a girdik. Tabi öncesinde kenar mahalleleri de geçmiştik. Şehrin girişinde Kahramanmaraş’a Hoş Geldiniz yazan bir tabela da vardı. Nüfus ve rakım da yazan başka bir tabeladaki yazıları hatırlamıyorum maalesef.
Batı Parkı geçip Kıbrıs Meydanı’na doğru yaklaştığımızda artık yolda ilerlemek mümkün değildi. Zira mitinge gelen araçlar yolu adeta kapatmıştı. Bu kadar çok insanı hiçbir arada görmemiştim. Ne iş yapıyor, nerede çalışıyor, nasıl geçiniyorlardı acaba? Ben bunları düşünürken, amcam minibüsünü mahalle içerisindeki sokaklardan birisine park etti. Herkese kalkışın buradan yapılacağını ve saatı da bildirdikten sonra yavaş yavaş bizde kalabalığa karıştık.
Saat 11.00’i geçmiş ve Kıbrıs Meydanı Ecevit’i dinlemeye gelenlerce tıka basa dolmuştu. Bu gün için pek küçük olan o alan miting zamanı bana dünyanın en büyük meydanı gibi gelmişti. Tabi sadece meydan değil, buraya bağlanan ana yollar, sokaklar, alanı gören apartmanların balkonları ve işyerleri insanların ağırlığına taşıyamıyordu. Arada bir yapılan anonsta genel başkanın yarım saatte meydana gelmiş olacağı duyuruluyor, şarkılar ve türküler dinletiliyordu hoperlörlerden.
Minibüsün yerini kendimce zihnime iyice işledikten sonra amcama, “ben sizi bulurum” diyerek yanlarından ayrılıp, yavaş yavaş kalabalığın içerisine doğru ilerledim. Ne yiteceğimden (yani kaybolacağımdan) ne de bir sıkıntıyla karşılaşacağımdan endişe ediyordum. Amcam da “gardaş bizi yitirme ha!”diye tenbih etmekten başka bana bir şey söylememişti zaten.
Yarım saat sonra geleceği duyurulan genel başkanın, bir buçuk saat sonra ancak araç konvoyu gelebildi. Beyaz bir otobüs içerisinde meydana doğru yavaş yavaş ilerledi Ecevit. Tabi otobüsün içeri kalabalık olduğu için televizyonlarda sadece simasını gördüğümden genel başkanı seçmek zor oluyordu. Bu arada meydanı çevreleyen yolların kenarlarındaki ağaçların üzerine çıkan insanlar, miting alanını daha iyi görebiliyorlardı. Ben de bir çırpıda en yakın ağacın dallarına tırmandım. Kendime rahatça oturabileceğim bir yer seçip, seçim otobüsüne baktığımda yanında hanımı Rahşan ile tanımadığım baş altı kişiyle birlikte genel başkanı da rahatlıkla görebiliyordum. Meğer beyaz renkli otobüsün içerisinden yukarıya bir merdiven varmış ve oradan çıkıp eline aldığı mikrofonla konuşmasını yapacakmış Ecevit.
Konuşmasına başlamadan önce Rahşan Ecevit ve Bülent Ecevit bir görevlinin getirdiği sepet içerisinden çıkardıkları beyaz güvercinleri gökyüzüne doğru uçuruyorlardı. Sırasıyla bir kendisi bir eşi bu şekilde yaklaşık 6-7 güvercini sepetten alıp havaya doğru attı. Ben otobüsün üzerinde uçurulan bu güvercinleri takip ediyordum nereye konacaklar acaba diye. Güvercinler, (o zaman ak güvercin olarak isimlendiriliyor ve partinin reklamlarında kullanılıyordu) meydanı çevreleyen apartmanların en yükseğine birer ikişer konuyorlardı.
Genel Başkan ne mi söyledi mitingde? Doğrusu söylediklerinden tam olarak bir şey anlamıyordum. Lakin 1977 haziran seçimleri öncesi de yapılan bu mitingde hükümet olduklarında yapacakları icraatları sıralıyordu. Ben de meydanı dolduran kalabalıkla birlikte, tıpkı genel başkanın miting alanına gelmesinden önce olduğu gibi, konuşmasında durakladığı esnada “işçi, köylü gençlik, CHP’de birleştik!” şeklinde tempo tutarak slogan atıyordum!
İkindileyin miting bitti ve biz de kasabamıza doğru yola çıktık. Hafta içinde bu kez de amcamın önümüzdeki Pazar günü Kahramanmaraş’a gelecek olan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in mitingine gitmek isteyen “Türkeşçileri” vilayete götüreceğini öğrendim. Tabi hem yol hem de miting tercübemle bu Pazar gününü de kaçırmak istemiyordum. Fakat çok ısrar edip ağlamama rağmen amcamla ikinci mitinge gidemedim. Dolayısıyla orada nasıl bir atmosfer olduğunu ve ne gibi sloganlar atıldığını öğrenemediğim için bu iki mitingi kıyaslayamıyorum.
İşin ilginç olan yönü; her iki mitinge gidenlerde, parti teşkilatının yönlendirmesi ya da program ayarlaması sebebiyle değil bizzat partililerin kendi aralarında organize olup araç ve yol masraflarını da ceplerinden karşılamak suretiyle genel başkanları dinlemek için bu kadar yol ve zahmete katlanmalarıydı!
Yazıyı tamamladığımda; YSK’nın internet sitesindeki kayıtları incelediğimde; 5 Haziran 1977 seçimlerinde Türkiye genelinde, seçmen sayısı 21,207,303 iken seçime katılım oranının % 72’de kaldığı yani 15.358,210 seçmenin oy kullandığı, 531.038 geçersiz oy olduğu kayıtlıdır.
Bu seçimler neticesinde ise: CHP % 41,4 oyla 213 milletvekili, Adalet Partisi’nin % 36,9 oyla 189 milletvekili, MSP’nin % 8,6 oyla 24 milletvekili, MHP % 6,4 oy oranı ile 16 milletvekili, Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin %1,9 oyla 3 milletvekili, Bağımsızların % 2,5 oyla 4 milletvekili ve Demoktart Partinin de % 1,8 oyla 1 milletvekili (toplam 450) çıkardığı görülüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.