xxx12
Hüviyet-maişet dengesi işbaşında
Önce 1935’te adı Tunceli olarak değiştirilen, ardında da merkezi idareye itirazların isyana dönüşmeye başlaması üzerine binlerce insana karşı tam bir kıyımın uygulandığı Dersim meselesi zaman tünelinden öyle bir çıkageldi ki
Bu şaşkınlığın en ilginç olanı, krizin müsebbibi Onur Öymen’e ait. Öymen, “Dersim’de analar ağlamadı mı, Atatürk analar ağlamasın deyip isyancılarla müzakere mi etti?” sözlerine rağmen Alevileri incitmeyi aklından bile geçirmediğini söyleyebildi mesela. Sürekli dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’ü kendisine siper edip “
Öymen’in, Atatürk’ü savunulması gereken bir suçlu gibi göstermesi mi ele alınmalı, yoksa Dersim’de yapılan kıyımın Atatürk’ten başlayarak üst düzey yöneticilerin talimatıyla gerçekleştiğini zımnen ifade etmesi mi masaya yatırılmalı, yahut da Sünni İslam’ın baskısından korunmak için Sünniliği baskı altında tutan laik modernleşmeci
Aslında Öymen’in Dersim hatırlatmasıyla patlak vermiş gibi gözükse de Alevilerin
Fakat hiç unutmayalım ki, ne PKK isyanı ne de Alevilerin Dersim tepkilerinde ilk elde bakılması gereken taraf, bu tekil sorunların kendine özgü nitelikleri değildir. Hem mevcut siyasi tansiyonu, hem de bu gelişmelerin ortaya çıkmasını açıklamamızı sağlayacak çerçeve, bu satırların yazarınca “hüviyet-maişet dengesi” kavramsallaştırmasıyla modelleştiriliyor.
Aleviler, hüviyet-maişet dengesi maişet aleyhine bozulup çelişkiye dönüştüğünde tercihlerini hüviyetten yana kullandılar. Son gerilim ve kriz bunun açık kanıtıdır. PKK aşiretinin isyanının bizi yanıltmaması gerektiğini gösteren bariz tabloda (2007 seçimleri) AK Parti’nin Kürt illerinde birinci parti olması, Kürtlerin de tercihlerini maişetten değil, hüviyetten yana kullandıklarını ispatlıyor.
AK Parti ile birlikte iktidarda olduğu için şimdilik uykuya geçen Sünni İslam da yıllarca hüviyet-maişet çelişkisinde herşeye rağmen hüviyeti seçegeldi.
2002’de başlayan AK Parti iktidarlarıyla birlikte dokusu büyük ölçüde değişen siyasette seçmen davranışının iki temel dinamiği haline gelmiş durumdaki hüviyet-maişet dengesi, bu denge karşısında sergiledikleri tavra göre partilerin gördüğü teveccühü belirliyor. Kamuoyu araştırmalarında üç aşağı beş yukarı benzer şekilde ortaya çıkan fotoğraf, hüviyet-maişet dengesini algılamayı başaran ve başaramayan siyasi seçeneklerin sıralanmasından başka bir şey değildir.
AK Parti, hüviyet sorunlarını taleplere uygun hız ve ölçekte çözemediğinde bile “iktidardaki muhalefet” şapkasını takarak “derin devlet”in çıkardığı engelleri ifşa ediyor ve beklenti sahiplerini desteğe devam etmeleri yönünde ikna edebiliyor. Maişet krizini de, hâlâ seferber etmeyi başardığı resmi veya sivil sosyal desteklerle yatıştırabiliyor. Buna karşılık siyasi rakiplerinin hem maişet krizine söyledikleri sözler seçmeni cezbetmiyor, hem de hüviyet taleplerine sağır olmaları, geniş kitleleri peşinden sürükleyen çekirdek seçmen iradesine itici geliyor.
İşte 2011 seçimleri, bir kez daha hüviyet-maişet dengesini kimin iyi algıladığını gösterecek.