Sebahattin BİLGİÇ
HOCA EFENDİM.5
Sabah namazını kılmak üzere günlerce uğraşıp mescid haline getirdiğimiz mahallede ki lokale gittim. O sıralar uzun süredir bir fabrikada çalışıyordum. Hoca Efendi İsveç’e yeni gelmişlerdi. Mescidi açtım ve Hoca Efendinin gelmesini beklemeye başladım. Hoca Efendi geldiler, sünnetler kılındı, sıra farza gelince ben içimden Hoca Efendi şimdi bana dönecek müezzinlik yap diyecek. Aynen öyle oldu döndüler ve 'kamet getir' dediler. Ertesi sabah ben yine içimden bu sabah Hoca Efendi namazı bana kıldırtır dedim. Döndüler ve bana namazı kıldır dediler. Ondan sonraki sabahlarda da hep ben kıldırdım. Namazın akabinde yapılan sohbetlerde ben bir kaç gün Hoca Efendiyle hep gönlümden konuştum. Arkadaşlara bu durumu söyleyince maalesef bu durum kesiliverdi.
İlk sabah namazını kıldırdığım gün Hoca Efendi orada bulunan hoca arkadaşlarla beraber bana birinci cüzün son sahifesini ertesi sabaha ezberlememizi emrettiler. Ve sonraki sabahlarda namazın akabinde her sabah bir sahife, ikinci cüze geçince iki sahife olmak üzere ezber verdim. O kadar müşfik, o kadar nazik ezber alıyordu ki ertesi sabahı hasretle çekiyordum. Fabrikada çalışmama rağmen mahcup da düşmemek için Hoca Efendinin bu mübarek teşvikine canı gönülden sarılmıştım.
İşyerine Kuran’ı Kerimi götürüyor ezber yapacağım sahifenin fotokopisini çalıştığım makineye yapıştırıyor ,hem çalışıyor hem ezberliyor, ama ertesi güne o sahifeyi mutlaka veriyordum. Ne büyük şeref Hoca Efendinin önünde öğrenci olmak, hafızlık çalışmak. Tabi bir önceki gün verdiğim ezberle sabah namazını da kıldırınca ezberim daha da koyulaşıyordu. Ama öyle nazik hataları düzeltiyordu ki bizi dinleyen cemaat sezmiyordu bile. Bir sabah namazda okuduğum sahifeyi, ezberi okumam esnasında namazda okuduğum sahifeyi bir daha okuyalım mı dediler. Ben emredersiniz deyip tekrar okumaya başladım. Çekilmesi gereken yeri çekmemişim orayı düzelttiler ama şöyle demediler. ‘Şurayı yanlış okudun, çekmen lazımdı’. Allah’a Şükür Hoca Efendiye elli dört sahife ezber verdim.
Cuma namazı ve vaazına davet ettiğimde geçmezler, benim kıldırmamı isterler, her hutbeden sonra da tebrik ederler, çok güzel hazırlamışsın derlerdi. Hoca Efendinin beni etkileyen bir öğüdü vardır. ‘Bir konuşma dinlediğinizde ona eleştirilerinizi, taltiflerinizi söyleyin. Bu kişiyi onare eder. Hatta ben bile konuşsam bana da söyleyin’ derdi.
Bizim hocamız çok farklı özellikleri olan, alışılmışın dışında bir Şeyh Efendiydi. Bir karar alındığı zaman ona uyardı. Kır gezintisi düzenlediğimiz bir günde sonradan hava bozunca biz ‘Efendim isterseniz erteleyelim’ deyince; ‘Hayır kar da yağsa gideceğiz’ dediler. Gerçekten soğuk bir gündü, ve biz çoluk çocuk epeyce kalabalık güzel bir yere gittik. Vardığımızda karda yağmaya başladı. Bir ara özellikle kadın ve çocukların üşüdüğünü görünce; bütün cemaati çoluk çocuk beden eğitimi sınıfı gibi dizdiler ve önümüze geçip kültür fizik yaptırdılar .O gün çok tatlı ve çok anlamlı bir gündü. Uzun zamandır çekmediğim şınavı Hoca Efendiye kaçamayıp yakalanınca çekmek zorunda kaldım, ama günlerce kaslarım ağrıdı.
Ben sizlere Hoca Efendiyle o gezintide ve diğerlerinde futbol, voleybol oynadık desem gülümsersiniz sanırım. Ama öyle sadece oynamak değil, mesela yüze kadar saydırmadan oyunu bırakmak yok. İnanın kesinlikle Hoca Efendi gibi estetik koşan, hareketleri cezbedici kimse bilmiyorum. Bir keresinde Hocamızla beraber yarış pistindeki gibi dizildik. Karşıda bir hedef tespit edildi. Başladık koşmaya. Edeben Hocamızın arkasından gidiyorum (zaten bu bünye hızlı koşmaya da müsait değil) ama seyretmek harika bir haz veriyor.
Hoca Efendiden bahsedip de çocuklardan bahsetmek olmaz. Çocukların Hoca Efendinin etrafında neşeyle nasıl cıvıl cıvıl oynaştıklarını, Hoca Efendiye koştuklarını, her sohbetten sonra elini öpmek için bir birleriyle yarış ettiklerini şuan tebessümle hatırlıyorum. Çocuklarla büyüklerle konuşur gibi konuşur, onlara öğütler verir, iyi yetişmeleri için anne-babalara nasihat ederdi.
Hoca Efendiyi başkasına benzeterek değil, nev-i şahsına münhasır diye anlatmak daha doğru olsa gerek. Çünkü her haliyle, her davranışıyla, her faaliyetiyle orijinal bir insandı. Her şeye kafa yorar, farklılıklar ortaya koyardı. Mesela alaturka ve alafranga tuvalet taşlarını beğenmez yeni bir tasarım yapmak için uğraşırdı. Hele kıyafetleri ! Çok harika bir giyim tarzı vardı. Ve giydiği Afgan kıyafetine benzeyen elbisesinin tasarımını kendisi yaptığını söylemişti.
Konuşmalarını mutlaka şiirle süslerlerdi. Ben okuduğu şiirleri yazmağa çalışır, yazamadıklarımı da sohbetten sonra Hoca Efendiye sorar tamamlardım. Hoca Efendinin bu ilgi hoşuna giderdi. Sizinle not aldığım bir şiirini burada paylaşayım istiyorum. Ramuz'el Ehadis dersinde; ‘Dindarlıktan sonra akıllılığın en başı insanlara kendini sevdirmek, iyi ve kötü her insana hayır yapmaktır.’ hadisi şerifini açıklarlarken şu şiiri okumuş ve izah etmişlerdi.
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynuda uzun borudan
Kırk abdal kanın kurutan
Be yarenler bu ne haldır
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyu kaldur
Be yarenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
Kendilerinin de şiir yazdığını söylemişlerdi. Ama maalesef kaydetmediğime hala hayıflanıyorum. İnsan nedense kendine de yakınlarına da ölümü uzak görüyor.
İlk sabah namazını kıldırdığım gün Hoca Efendi orada bulunan hoca arkadaşlarla beraber bana birinci cüzün son sahifesini ertesi sabaha ezberlememizi emrettiler. Ve sonraki sabahlarda namazın akabinde her sabah bir sahife, ikinci cüze geçince iki sahife olmak üzere ezber verdim. O kadar müşfik, o kadar nazik ezber alıyordu ki ertesi sabahı hasretle çekiyordum. Fabrikada çalışmama rağmen mahcup da düşmemek için Hoca Efendinin bu mübarek teşvikine canı gönülden sarılmıştım.
İşyerine Kuran’ı Kerimi götürüyor ezber yapacağım sahifenin fotokopisini çalıştığım makineye yapıştırıyor ,hem çalışıyor hem ezberliyor, ama ertesi güne o sahifeyi mutlaka veriyordum. Ne büyük şeref Hoca Efendinin önünde öğrenci olmak, hafızlık çalışmak. Tabi bir önceki gün verdiğim ezberle sabah namazını da kıldırınca ezberim daha da koyulaşıyordu. Ama öyle nazik hataları düzeltiyordu ki bizi dinleyen cemaat sezmiyordu bile. Bir sabah namazda okuduğum sahifeyi, ezberi okumam esnasında namazda okuduğum sahifeyi bir daha okuyalım mı dediler. Ben emredersiniz deyip tekrar okumaya başladım. Çekilmesi gereken yeri çekmemişim orayı düzelttiler ama şöyle demediler. ‘Şurayı yanlış okudun, çekmen lazımdı’. Allah’a Şükür Hoca Efendiye elli dört sahife ezber verdim.
Cuma namazı ve vaazına davet ettiğimde geçmezler, benim kıldırmamı isterler, her hutbeden sonra da tebrik ederler, çok güzel hazırlamışsın derlerdi. Hoca Efendinin beni etkileyen bir öğüdü vardır. ‘Bir konuşma dinlediğinizde ona eleştirilerinizi, taltiflerinizi söyleyin. Bu kişiyi onare eder. Hatta ben bile konuşsam bana da söyleyin’ derdi.
Bizim hocamız çok farklı özellikleri olan, alışılmışın dışında bir Şeyh Efendiydi. Bir karar alındığı zaman ona uyardı. Kır gezintisi düzenlediğimiz bir günde sonradan hava bozunca biz ‘Efendim isterseniz erteleyelim’ deyince; ‘Hayır kar da yağsa gideceğiz’ dediler. Gerçekten soğuk bir gündü, ve biz çoluk çocuk epeyce kalabalık güzel bir yere gittik. Vardığımızda karda yağmaya başladı. Bir ara özellikle kadın ve çocukların üşüdüğünü görünce; bütün cemaati çoluk çocuk beden eğitimi sınıfı gibi dizdiler ve önümüze geçip kültür fizik yaptırdılar .O gün çok tatlı ve çok anlamlı bir gündü. Uzun zamandır çekmediğim şınavı Hoca Efendiye kaçamayıp yakalanınca çekmek zorunda kaldım, ama günlerce kaslarım ağrıdı.
Ben sizlere Hoca Efendiyle o gezintide ve diğerlerinde futbol, voleybol oynadık desem gülümsersiniz sanırım. Ama öyle sadece oynamak değil, mesela yüze kadar saydırmadan oyunu bırakmak yok. İnanın kesinlikle Hoca Efendi gibi estetik koşan, hareketleri cezbedici kimse bilmiyorum. Bir keresinde Hocamızla beraber yarış pistindeki gibi dizildik. Karşıda bir hedef tespit edildi. Başladık koşmaya. Edeben Hocamızın arkasından gidiyorum (zaten bu bünye hızlı koşmaya da müsait değil) ama seyretmek harika bir haz veriyor.
Hoca Efendiden bahsedip de çocuklardan bahsetmek olmaz. Çocukların Hoca Efendinin etrafında neşeyle nasıl cıvıl cıvıl oynaştıklarını, Hoca Efendiye koştuklarını, her sohbetten sonra elini öpmek için bir birleriyle yarış ettiklerini şuan tebessümle hatırlıyorum. Çocuklarla büyüklerle konuşur gibi konuşur, onlara öğütler verir, iyi yetişmeleri için anne-babalara nasihat ederdi.
Hoca Efendiyi başkasına benzeterek değil, nev-i şahsına münhasır diye anlatmak daha doğru olsa gerek. Çünkü her haliyle, her davranışıyla, her faaliyetiyle orijinal bir insandı. Her şeye kafa yorar, farklılıklar ortaya koyardı. Mesela alaturka ve alafranga tuvalet taşlarını beğenmez yeni bir tasarım yapmak için uğraşırdı. Hele kıyafetleri ! Çok harika bir giyim tarzı vardı. Ve giydiği Afgan kıyafetine benzeyen elbisesinin tasarımını kendisi yaptığını söylemişti.
Konuşmalarını mutlaka şiirle süslerlerdi. Ben okuduğu şiirleri yazmağa çalışır, yazamadıklarımı da sohbetten sonra Hoca Efendiye sorar tamamlardım. Hoca Efendinin bu ilgi hoşuna giderdi. Sizinle not aldığım bir şiirini burada paylaşayım istiyorum. Ramuz'el Ehadis dersinde; ‘Dindarlıktan sonra akıllılığın en başı insanlara kendini sevdirmek, iyi ve kötü her insana hayır yapmaktır.’ hadisi şerifini açıklarlarken şu şiiri okumuş ve izah etmişlerdi.
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynuda uzun borudan
Kırk abdal kanın kurutan
Be yarenler bu ne haldır
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyu kaldur
Be yarenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
Kendilerinin de şiir yazdığını söylemişlerdi. Ama maalesef kaydetmediğime hala hayıflanıyorum. İnsan nedense kendine de yakınlarına da ölümü uzak görüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.