Lütfi AYHAN
“Hint’te Hocaların Soyadı Taşınırmış” C.Meriç
Kelimelerin cazibeli dünyalarına ilk seferimi Yunus Emre’nin şiir gemileri ile yapmıştım. Mehmet Akif’in, İstiklal Marşı ve Çanakkale Şiirlerini okuyunca ayrı bir zirve, farklı bir ufuk keşfettiğimin farkına varıp, Üstad N.Fazıl Kısa Kürek’in şiirlerini kendi sesinden fon müzikleri Klasik Batı Müziği olarak kullanılan şiir kasetinden; Yunus Emre’nin şiirlerini de önce Semih Sergen sonrada Cihan Ünal’dan dinleyince kalbimin ve gönlümün nasıl yepyeni baharlara kanat çırptığını bu gün bile taptaze ve heyecan dolu bir hisle hatırlıyorum.
Üniversite yıllarımda ‘BU ÜLKE’ sini ilk okuduğumda, o muhteşem kitaptaki yazıların “şiir mi nesir mi?” olduğuna bir müddet karar verememiştim. Gönlü aklından daha gelişmiş olan bendeniz, Üstad Cemil Meriç’in bu kitabındaki her başlığı okudukça, “ sosyolojik, siyasi kültürel… Bu bilgiler nasıl oluyor da şiir gibi metinlerle anlatılabiliyor? “ diye hayrete düştüğümü gün gibi hatırlıyorum; “"Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olympos Dağı‘nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler. Oysa bu medeniyet, tek başına ortaçağ karanlığını aydınlatmıştı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılabı kadar ani ve uzun bir sıçrayış yapmadı. Bu medeniyet bir asırda okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, tarihleri birbirleriyle hamur yaptı. Çünkü İslâmiyet kuvvetten doğmuş bir medeniyet değil, medeniyetten doğmuş bir kuvvetti. O medeniyetle, ruh ile dimağ, fazilet ile terakki, manevi kudretle maddi ümran ve refah el ele yürüdüler. İslâmiyetin Semerkand’da, Buhara’da, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, Kayseri’de, İstanbul’da, Kahire’de, hele Endülüs’te, Tulaytıla’da, Kurtuba’da oluşturduğu medeniyetler, ortaçağ karanlığı içinde, pırıl pırıl ışıldayan insanlığın ümidi ve övüncü idi."
İşte insanın gönlünü cüşa getiren satırlardan bazıları: Büyük siyasi, dini, sosyolojik, kültürel gerçekleri şiir tadında anlatan satırlar.
başka bir misal:
SAĞ VE SOL
Türkiye’nin siyasi hayatını yıllarca meşgul ve dizayn eden, uğruna nice gencin kanı dökülen bu iki kelimenin gerçek çehresini bakın nasıl anlatmış Üstad:
“…Mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatımız.Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Fir’avunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen Fir’avunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyûlâlar için ehramlara taş taşıyan birer köle. Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semâvî kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar.
Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.
.............................................................
Bize gelince… Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı, meçhul bir hastalık. Solcu, ithamların en korkuncu olur… Büyüden meş’um, bedduadan netameli bir kelime. Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir. Ne zaman gelmiş, bilen yok! Türk adaleti, kimse tarafından benimsenmeyen bu silik ve şahsiyetsiz kelimeyi pek ciddiye almaz. Ve çeyrek asır nebatî bir hayat yaşar sağ.Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa’da, günahlarından arınır. Bizde de kasideler döşenilir, nazenine. Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin “günahkâr tekesi”dir: kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batının en gerici partileri bu menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur. Sağ: Türk’ün âlicenaplığı… Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır.
Sol-sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Solun halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları, Moskova: sağın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu…”
Vefatının 34. Seneyi devriyesinde üstadı rahmetle anıyoruz. Bu büyük, büyüklüğü kadar mütevazı üstadın bendeniz üzerindeki etkisi ve hakkı birçok insandan daha fazla. Çünkü kendisine 80 li yıllarda bazı konuları vuzuha kavuşturmak için yazdığım mektuplara cevap vermek lütfunda bulunmuş ve gözleri görmediği halde, kendisinin yerine bana cevap yazan “Mustafa Özel” Beyefendinin mektubunun altına el yazısı ile ,” Lütfi Ayhan Kardeşime sevgilerimle” diye not düşmüştü. Bir de Kızı Ümit Hanımın yazdığı bir cevabi mektup vardı. O da pek güzeldi. Bu mektuplarda suallerime cevap bulmuştum lakin bundan da önemlisi bu geniş, yüksek ve derin aklın nasıl mütevazı bir gönle sahip olduğunu anlamıştım. Bu sebeple bu cevaplar bana o yıllarda adeta bir sevgi ve kültür dopingi yapmıştı ki bu enerji ile batının ve doğunun medenşyet burçlarına tırmanma cesareti bulmuştum. Böylece Onun söylediği şu bilgi de böylece daha bir anlam kazanmıştı:
TALEBE HOCA, ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ
“İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. "Emanetleri ehline tevdi ediniz." demiş din. Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint'te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.
Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan...”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.