Recep KOÇAK
Gözyaşındaki merhamet
Eğitim-Bir-Sen’in, “Öğretmenlerin yöneticileriyle ilgili hatıraları” konulu yarışmada dereceye giren eserlerden oluşturduğu kitap serisi iyi düşünülmüş bir çalışma, yarışma fikri çok isabetli bir fikir. Zira ülkemizin dört bir yanında yaşanmış, yazılmamış ve kayda geçirilmemiş olsa unutulup gidecek, kaybolacak nice gerçek hikâye, ilgililerin istifadesine ve insanlığın ortak hafızasına sunulmuş.
Cumali Kalıp’ın Uşak’tan gönderdiği “Gözyaşındaki Merhamet” başlıklı hikâyeyi “Yola Düşenler” kitabından bir miktar kısaltarak paylaşıyorum. Kitapların tamamının elde edilip faydalanılmasını tavsiye ederim:
Yarın müfettişler gelecekti. Sabah öğretmenler odasında okul müdürü Mahmut Bey, heyecanla neler yapmalarını, neleri tamamlamalarını ve hazırlıklı gelmeleri gerektiğini anlatmıştı. “Aman arkadaşlar, demişti, yüzümü kara çıkartmayın, öğrencileri de haberdar edin.”
Mehmet’le birlikte geliyorduk okula. Heyecanlıydı. Müfettişlerin soru sormasından, soruyu bilememesinden, öğretmenin göstereceği tepkiden korkuyordu. “İnşallah sizin dersinizde teftiş görürüz hocam, matematik dersinde girerse yandık ki ne yandık!” Güldüm, birkaç dersten teftişin olacağını keşke söylemeseydim. Daha da endişelenmeye, korkmaya başlamıştı. “Rahat ol” dedim, ”rahat ol oğlum, bu korku niye?”
Mehmet, fakir bir aile çocuğuydu. Maddi anlamda fakirdi ama öyle bir gönül zenginliğine sahipti ki… Onu bu yüzden çok seviyordum. Hem de pek çok… “Benim korkum öğretmenime… Bizim yüzümüzden laf duymasa bari…” Bir gün sonrası… İkinci ders saatiydi. İçeriye girmek üzereydik. İçeriye eli çantalı, asık yüzlü orta yaşlarda üç kişi girmişlerdi. Bunlar müfettişti. Önce okul müdürünün odasına girdiler. Birkaç dakika sonra bizim odamıza. Derslere hangi saatlerde gireceklerini söyleyip, ona göre hazır olmamızı istediler. Yarın, cuma günü de, burada olacaklar, teftişe devam edeceklerdi.
Dördüncü saat… Türkçe dersi için yine 7/A sınıfındayım. Öğrencilere daha önce haber vermiş, müfettişin dersimize geleceğini bildirmiştim. Hafif bir “tık” sesi, açılan kapı ve içeriye süzülen müfettiş. Ben de heyecanlanmıştım. On yıla yakın mesleki tecrübem olmasına rağmen, kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Dua etmeye başlamıştım: “Allah’ım beni mahcup etme, zor durumda bırakma.”
“Hocam, siz devam edin.” “Olur, peki müfettiş bey.” Ben konuya devam ederken, müfettiş arka sıraya geçmiş, bir şeyler yazıp çiziyordu. Aradan yarım saate yakın zaman geçmişti. Müfettiş ayağa kalkarak: “Bir saniye hocam, bir saniye.” Sustum, müfettişe bakarak: “Buyurun” dedim “Buyurun müfettiş bey.” Yanıma geldi. Sınıfı kısa bir süre süzdü. Parmağıyla: “Sen dedi, sen kalk!” Bu, Meryem’di, sınıfın zayıf öğrencilerinden Meryem!.. “Sıfatlar hangi çekim eki alır?” Şaşırmıştım, sıfat ve çekim eki; olur şey değil. Böyle bir soru, hem de böyle bir öğrenciye… Meryem çaresiz gözlerle bana bakıyor, ben de Meryem’e bakıyorum. Sınıfta çıt yok. İçeride buz gibi bir hava… “Sen, evet sen, sen kalk” dedi, müfettiş.
Bu sefer İsmail’e parmağını doğrultmuş, onu işaret etmişti. Güldüm içimden, sinirle karışık bir istihza gülüşüydü bu. Nerede iki yıllık öğrenci var, onları bulup kaldırıyordu. Adeta cımbızla çekip alır gibi zayıf öğrencileri seçip buluyordu. Sınıfta yine derin bir sessizlik… İsmail’in donuk, çaresiz bakışları… Başı öne eğilen sınıf öğrencileri, kızaran bozaran ben ve bir şahin edasıyla, avını yakalamanın engin hazzını tadan müfettiş…
“Peki ya sen?” bu kalkan, kalkması istenen Mehmet’ti gönlü zengin kendisi fakir, çok fakir Mehmet… “Üzerine neden ceket giymiyorsun, okulun kurallarına uyman gerekmez mi? Bu halini sen beğeniyor musun?” Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Bunca yıllık tecrübesi olan bir müfettişin bir öğrenciye, durumunu sormadan araştırmadan, böyle demesi… Onun gururuyla oynaması, haysiyetini rencide etmesi olacak şey miydi? Mehmet ayakta kalmaya çalışıyordu. Vücudu tir tir titriyor, yüzünün ateşi bütün bedenini kaplıyor, dudaklarını bütün hırsıyla geviyor, kemiriyordu. “Böyle öğrencilik olmaz, çalışma desen yok, temizlik o da yok…”
Zil çalmış, belki de asırlar süren bu işkence bitmişti… Bitmiş sanmıştım. Müfettiş hala konuşuyordu: “Bakın devlet sizin her birinize ne kadar çok para harcıyor, biliyor musunuz? Okuyup geleceğinizi kurtarmak için her birinize bir servet feda ediliyor. Böyle bir öğrenciyi ne ben isterim ne de öğretmeniniz ister, değil mi Cemal bey?” Söyleyecek kelime bulamamıştım. Müfettiş önde, ben arkada sınıftan çıktık. Göz ucuyla Mehmet’e baktım, hala ayakta duruyor ve titriyordu, tir tir titriyordu.
Müfettiş bey, sonradan adını öğrenmiştim, benden alacağı cevabı sabırsızlıkla bekliyordu. Bu başarısızlığın ve sözde disiplinsizliğin tek sorumlusu beni görüyor, bunun bedelini ödetmek için fırsat kolluyordu. Başımı yerden kaldırdım. Gözlerinin içine bakarak: “O öğrencinin babası yok yetim; evin başka büyüğü de yokmuş. Amcası, onların durumu da iyi değilmiş, onlara yardım etmeye çalışıyormuş.” dedim. “Kurallar ne ise onu uygula” dedi, “Kurallar ne ise o, biz duygularımıza hissiyatımıza göre davranamayız.” Yutkundum. Birkaç saniye durakladım. “Ya merhamet? dedim. “Sizce insanlara acımak, onlara merhamet etmek icap etmez mi?” Bu gün bile kulaklarımda çınlayan ürkütücü kahkaha ile irkildim. “Mevzuatta merhamet yok. Başarı kurallarla elde edilir, merhametle değil…” Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti. Bir el, boğazıma sıkıca sarılmış, beni boğmaya çalışıyordu. “Merhamet olmadan bebek büyür, genç olur mu? Fidan, ağaç olur mu? Merhametle süslenmeyen resim, tablo haline gelir mi? İçinde merhamet olmayanın duygusu sevdaya dönüşür mü? Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kul, merhametsiz olur mu? Merhametsiz gönlün taştan farkı ne, söyler misiniz?” Müfettiş Kemal beyin yüzü birden asıldı. Öfkeden adeta mosmor kesilmişti. Buz gibi soğuk bir sesle: “Hoca, müspet ilim öğret öğrencilere, bunları değil” dedi. Hızla yanımdan uzaklaştı. Hem yürüyor hem de kendi kendine söyleniyordu…
Ertesi gün. Sabah vakti. İlk derse az sonra gireceğiz. Müfettiş, bir başka sınıfta ikinci denetimini gerçekleştirecekti. Beni öğrenci gözünde küçük düşürmek için daha ne yapabilir, diye düşünüyordum. Mehmet sınıfta yoktu. İlk iki ders onlaraydı. Acaba dünkü olayın etkisinden kurtulamamış, ondan mı gelmemişti? Başından geçenleri annesine anlatmış, o mu göndermemişti? Acaba, acaba… Kafamda “acabalar” cirit atıyor, beynimi kemiriyordu. Düşüncelerimle boğuşurken zil çaldı, birinci ders bitmişti. İkinci saat de buradaydım. Sonraki saat 8/A sınıfına girecektim, teftişe tabi tutulacaktım. Sınıfa girdim. Mehmet gelmişti. Yüzü, çocukluğun verdiği bütün masumiyetle gülüyordu. “Allah’ım, dedim, Allah’ım çocuk olmak ne güzel...” Elinde gazeteye sarılı bir paket vardı. Sanki bir suç işlemiş insan edasıyla yanıma geldi. Paketi bana uzatarak: “Bunu anneme yaptırdım. Misafirlere ikram olsun diye… Müfettişlere siz verir misiniz?” Donup kalmıştım. Taştan bir heykelin hareketsizliği benliğimi çepeçevre kuşatmıştı. Ne bir kelime söyleyebiliyor, ne de bir harekette bulunabiliyordum. Müfettiş kafaya, akıla, maddeye hizmet etmeyi marifet sayarken, Mehmet, gönüllere hizmet etmeyi vazife sayıyordu.
“Gel, birlikte gidelim, sen ver.” Müdür odasına birlikte girdik. Çay içiyorlar, sohbet ediyorlardı. Mehmet, paketi Müfettiş Kemal beye uzattı, bütün masumiyetiyle: “Annem gönderdi, misafirler aç kalmasın, onlar Allah’ın emanetleri, emanete iyi bakmak gerekir, dedi.” Derin bir sessizlik… Birkaç saniye süren fakat asırlar kadar uzun davudi sessizlik… Mazlum ile merhamet duyguları aşınmış, merhameti lüks sayanların ortak noktada buluştuğu sessizlik… Vicdanları pişmanlık duygularıyla yıkayan, pırıl pırıl yapan sessizlik… Gözlerimle, müfettiş beyin gözlerine odaklanıyorum, yere eğilen ve kaçan gözler… Birkaç saniye… Asırlar süren birkaç saniye… Hıçkırık sesi… İkinci, üçüncü hıçkırık birbirini takip ediyor. Beton zemin üzerine düşen gözyaşlarının çıkardığı uhrevi ses… Uzanan ve Mehmet’i kucaklamaya çalışan iki el… “Beni affet yavrum, senin merhametin benim kurallarımı yerle bir etti. Benim acımasız davranışıma senin gösterdiğin hoşgörü, benim boşluklar üzerine kurulu dünyamı yıktı, ezdi geçti.”
Kemal Bey, yılların müfettişi, hayatının sayısız yılını bu yolda harcayan insan ağlıyordu. Tövbe güvercini kanatlarını açmış, uçuyor kararmış gönüllere yuva yapmak için çırpınıyordu. Gözler ve gönüller, merhametin engin sıcaklığı ile o gün el ele vererek, Mehmet’in şahsında, bütün insanlığın yaşadığı çaresizliğe ve kimsesizliğe dua ediyordu. O gün yer ve gök “Amin!” sesleriyle sessiz çığlıklar atarak inliyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.