Ulvi SEVECEN
FEDAKARLIKTAN ÖTE “ADANMIŞ BİR RUHTUR” MEHMET AKİF… (1)
I. Dünya savaşı sona ermiş, devlet olarak büyük kayıplara uğramış, ağır mütareke şartlarına boyun eğmek zorunda bırakılmıştık. Sevr sonrası galip devletler hiç gecikmeksizin Anadolu’da dört bir yandan işgale başlamış, yedi düvel düşmanın istilası, bütün acımasızlığıyla üstümüze çökmüştü. Halk ne yapacağını bilemez bir durumdaydı.
Asırlardır esaret nedir bilmeyen, özgürlük, bayrak, ezan düşkünü bir milletin vatan semalarında dalgalanan şanlı sancağı ve asırlar boyu susmayan veya susturulamayan Ezan-ı Muhammedisi dinecek miydi acaba? sorusu zihinlerde yer edinirken,insanımızın kuvve-i manevisini de sarsmaya başlamıştı.
Ümitlerin kaybolmaya yüz tuttuğu böyle bir zaman diliminde gönüllere ümit aşılayan gür bir sestir Mehmet Akif.
Mehmet Akif’in, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu zor durum karşısındaki mücadelesi daha l908'lerde başlar. II. Meşrutiyet ilanı öncesinde başlangıçta müspet bir hareket olarak gördüğü İttihat Terakki cemiyetine şartlı üyeliği, Teşkilat-ı Mahsusa'ya girişi ve bu teşkilatın verdiği görevle Berlin ve Necid'e gidişi, Akif'in mücadele hayatının ilk sayfalarını oluşturmaktadır.
Çok yönlü bir insandır o. Kurtuluş Savaşı öncesi daha Anadolu’ya geçemeden mücadelesinin ilk ayağı da diyebileceğimiz İstanbul’da bir yandan memuriyet vazifesini yerine getirirken diğer yandan da edebiyat fakültesinde hocalık yapar. Kabuğuna sığmayan ‘adanmış bir ruh’ Akif için bu da yetmez İstanbul'un büyük camilerinde vaazlara başlar, halkı karşı karşıya kaldığı kötü hal ve kurtuluş konusunda irşada çalışır.
Sözüyle olduğu gibi kalemiyle de mücadele eden Akif, yazıp da neşrettiği her şiirinde, millet ve memleket meselelerini dile getirir. Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oluşu da bu mücadelenin başka bir yanını teşkil etmekteydi.
Akif'in asıl mücadelesi Anadolu'da olur. Mücadeleyle dolu hayatının ikinci ayağı Anadolu, ilk durağı Balıkesir'dir. Yaşanan olaylar karşısında Akif, asla umutsuzluğa düşmez. Balıkesir'de başlayan hareketin büyüyeceğini ve bütün memlekete yayılacağına yürekten inanmaktaydı zaten. “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklallerini muhafaza etmiş bir millet oldukları müspet bir hakikattir. Türkler, istiklalsiz yaşayamaz. “ diyerek gerçek bir vatansever olarak sesini yükseltir, mevcut durumdan hiç umutsuzluğa kapılmayarak tek kurtuluşun mücadele etmek olduğunu haykırır.
Tek gayesi halkı uyandırmak, irşad etmektir. Vaaz, hutbe ve yazılarıyla mücadeleye güç katar. Hiç vakit kaybetmeden kendisinden beklenen vaaz ve irşad görevini daha çok kitlelerle paylaşmak için Ankara'dan başlayarak henüz işgal edilmemiş vatan köşelerinde seyahatlere çıkar.
Ulaşabildiği yerlerde halkı cepheye ve birliğe çağıran heyecanlı vaazlar yapar, bu mücadelenin bir şahsın veya zümrenin meselesi değil bütün bir milletin ölüm kalım meselesi olduğunu anlatır.
Akif'in 1920'deki Kastamonu’da Nasrullah camiinde yaptığı vaaz ve verdiği hutbe halkın irşadında çok büyük bir rol oynar. Sebilürreşad'ın Kastamonu'da çıkan ilk nüshasında da yayımlanan bu vaazında Akif, Sevr anlaşmasının bizim için öldürücü ve onur kırıcı maddelerini halka anlayabilecekleri bir dille anlatır. Milli mücadelenin tam bir tahlili olan bu vaazında düşmanların niyetlerini, birlik ve beraberliğin niçin gerekli olduğunu dile getirir, aşağıdaki mısralarda olduğu gibi:
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez"
Hiç bir zaman ümidini kaybetmeyen Akif, diğer bir dörtlüğünde yine şöyle seslenir aziz ve necip milletine:
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz!...
Akif'in Milli Mücadele yıllarındaki vaazları dışında şiirleri de halka ve askerlere ümit ve iman aşılama yönünden çok tesirli olur. Böylece Camii ile cephe arasında sağlam bir bağ kurulur.
Bu durumu Anadolu gezileri sırasında yanında bulunan oğlu Emin de şöyle anlatır: “Mehmet Akif, Milli mücadelenin muazzam bir "CİHAT" olduğuna halkı o kadar yakından ikna etti ki, bu vadide öyle mahirane bir üslup, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu'nun bir çok vilayetlerinde, kazalarında hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde, meydanlar- da insan kütlelerine karşı hitap etti. O çok samimi konuşuyor, doğruyu söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde derin tesir ediyor. Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah'a emanet ederek cepheye koşuyordu.”
Milli Mücadele zaferle neticelenir. Mücadele başarıyla sonuçlanmıştır ama sonraki gelişmeler onun düşündüğü tarzda cereyan etmediğinden endişeye düşer, hayal kırıklığına uğrar…
Devam edecek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.