Es'ad Hocam'a

 

İnsanın her zaman danışacağı, sorunlarına çözüm arayacağı, derdi varsa onu paylaşacağı birisini arar. Bu aradığı kişi, her zaman çözüm üreten, onu yönlendiren, insanı çirkin yollardan alıkoyan ve onu doğru yola götüren vasıflarda, hele hele kişi çıkmazlardaysa onu o çıkmazlardan kurtaracak üstün vasıflı, bilge, fazıl ve alim kişi olmalıdır.

Biz de zamanında boşluklar içindeydik. Bizim bilgilerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi ve fikirlerimizi müspet olarak biçimlendirerek, doğrulukların potasında eriten bir şahsa ihtiyacımız vardı. Böyle bir şahıslar ben 17 yaşında tanıştım. Benim terbiyemde, sosyal yaşantımda, iş hayatımda daha doğrusu yaşamımın her anında O’nun etkisi oldu ve olacak da.

 

İşte bu mübarek şahsı yani Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocamızı bundan tam sekiz yıl önce Avustralya’da elim bir trafik kazasında kaybettikti. Çok severdim kendilerini, içten bir bağlılık vardı. O beni, yüce İnsan’ın yolunda yürüten, O’nun eylemlerini öğreten, O’nun ümmetine öğretilerini öğreten, ukbanın ne olduğunu ve nasıl olacağını, oraya hazırlanmamızı sağlayan bir liderdi.

Dostlar, şimdi sizlerle vefatından tam iki gün sonra O’na hitaben yazmış olduğum bir yazımı paylaşacağım. Rabbim, bizi bu dünyada böyle insanlarla buluşturmayı ve Onların terbiyesiyle yaşamayı nasip etsin.

 ….

            Pertevniyal Lisesi’ndeydim. Son sınıfı okuyordum. Cıvıl cıvıl bir delikanlıydım. Hani derler ya kanı durmaz. Öyle bir şeydim işte.

Arkadaşlar hep bana söylüyorlardı “bizimle gel” diye. Hep geciktiriyordum. Ama ısrarların sonu gelmiyordu. En sonunda kıramadım onları. Bir yatsı namazı öncesi buluşacaktık arkadaşlarla ve oradan da görünmez denen üniversiteye gidecektik.

Hiç unutamam ilk gittiğim günü. Acayip bir atmosferi vardı oranın. Sanki insanı alıp başka bir aleme götürüyordu o atmosfer. Ben de susamışlığımı o gece anlamıştım. O kurumuş olan gönül topraklarım o suyla hayat buluyordu. Gönül topraklarımın sulanmasıyla birlikte iman ağacımın da yavaş yavaş meyveler vermeye başlamıştı.

Artık bırakamadım görünmez denen üniversitenin kapısını. Yapıştım o kapıya. Hiç ayrılmak istemiyordu gönlüm oradan. Her gidişimde inancımın katmerleştiğini hissediyor, kendimde ummadığım değişiklikler buluyordum. O eski hırçınlığım, çekememezliğim, zıpırlığım gitmişti. Yeni bir hüviyete bürünmüş gibiydim.

Görünmez üniversitede bana çok şeyler öğretmişlerdi. Allah aşkının bir nakış gibi gönle işlemesini ve o aşkın orada nasıl ulvileştiğini, Rasül’e olan bitmek tükenmek bilmeyen sevgi, saygı ve hürmeti ve Rasül’ün bizler için nice cefalar çektiğini, dinimin en inceliklerini, insanın insana olan muhabbetinin doyumsuzluğunu, ihvanlığı (kardeşliğin) ne olduğunu, insanı kazanmak için neler yapacağımızı hepsini bana hep bu görünmeyen fakat sadece gönüllerde fark edilen ve orada yeni ufuklar açan üniversitede öğrendim. Rabbim belki de bu üniversitede okumam dolayısıyla beni cennetine koyacak.

O’nu ilk görüşüm kalabalıklar içinde olmuştu. Bembeyaz giysiler içinde etrafa sanki aydınlıklar dağıtıyordu. Çekinerek bakıyordum onun cemaline. İnsanların içinden birden sıyrılarak dudaklarımı ellerine yapıştırdım büyük bir hürmetle. Artık O’nu gördüm ya hiç ayrılmak istemiyorum. Beni çekiyordu kendisine. Manyetik bir alan oluşmuştu O’nunla benim aramda.

Kader bu. Beni O’na epey yaklaştırmıştı. Bana görünmez denen üniversitenin bir odasında görev verdiler. Her gün geliyordum oraya. O benim kaldığım odanın üstünde duruyordu. Hep arkadaşlar “O benim başımın tacı” diye latifede bulunuyordum.

Hiç unutamam bir kış günüydü. Çok soğuk vardı o zaman. Akşam namazı yaklaşmıştı. Havaların soğuk olmasından dolayı sıkışık olan abdestimi nefsime uyarak tazelemedim. Camiden içeri girerken O geliyordu. Dışarı çıkacaktı. Çabucak davranarak O’nun beyaz terliklerini ayakkabılıktan alıp yere koydum. “Bir abdest tazeliyim de geleyim” dedi hafiften bana. Ah gafillik..! Sanki duymamış gibi ben yine o abdestimle namaz kıldım. Daha sonradan farkına varabildim. Bana diyordu ki gönül diliyle “Evladım git sen de abdest tazele” diye.

O’nun, aynı değeri taşıyan kişiler arasında çok farklılıkları vardı. Diğerlerine nazaran klasiklikten sıyrılmış sıradışı bir Hoca Efendiydi. Karşısındaki ile olan farklılığını hep indirmiştir. Ben O’nun karşısında kelimeler çıkmaması için kendimi zorlarken, O beni açmak için konuşuyordu. Aylar öncesinde O’na emekli müftü olan amcamı tanıyıp tanımadığını söylemiştim ama O beni uzun müddet görmediği halde amcamı bana sordu. Şaşırıp kalmıştım. O kadar uzun zamandan beri nasıl unutmamıştı beni.

Sıradışı demiştim O’nun için. İşte size bir örnek; Bir 29 Mayıs İstanbul’un fethi programı vardı Aksaray Vatan Caddesinde bir düğün salonunda. Kendileri hiç unutamayacağımız, özenle seçilmiş başlıklardan oluşan, ilmi değeri ziyadesiyle yüksek bir konuşma yapmıştı. En son cümlesi de biz gençlereydi. “İstanbul yani Doğu Roma fethedildi. Bu müjdeli haberi Fatih Sultan Mehmed Hazretleri gerçekleştirdi. Gençler ben de size müjde veriyorum. Batı Roma da elbet fethedilecek. Sizin de ilk hedefiniz (eliyle işaret ederek) Batı Roma.”sözleri hâlâ kulaklarımı çınlattığını hissediyorum.

Konuşması bitmişti mübareğin. Ardından bir karate gösterisi vardı. Karateci ilk kez ya 13 ya da 14 tane üst üste konulmuş mermeri kıracaktı. Kendisi birkaç dakika konsantre olmaya çalıştı. Hocamız da karateciyi pür dikkat takip ediyordu. Sanki onunla birlikte O da konsantre oluyordu. Karateci bir vuruşla o kadar mermeri kırmasıyla birlikte Hocamız yumruğunu kaldırarak havaya zıplamıştı. O anda sanki O bizim yapmak istediğimiz yapıyordu.

Ayrılık zamanı başlamıştı benimle O’nun arasında. Ben yüksekokul, askerlik derken epey uzak kalmıştık O’nunla. Hep O’nu bekliyordum gelecek ve tekrar o mübarek elini öpeceğim diye. Hep hayallerimdeydi bütün sevenleriyle birlikte hep beraber O’nu havaalanında “O geliyor O / Ay Parçamız, güneşimiz geliyor” nidalarıyla karşılayacaktık. Ama olmadı. Kaderin bir cilvesiydi.

Vuslat haberin duyunca sanki içimden bir şey sökülmüş gibi oldu. Yaşlarım gözlerimin içini doldurmuş yerinde duramıyordu. İstemeye istemeye akıyordu yanaklarımdan yaşlar. İnanamıyordum ya da düşünemiyordum ben O’nun bizden ayrıldığına. Şimdi biz garip kaldık, öksüz kaldık diye mırıldanıyordum. Artık dayanağımız yoktu. Çok ama çok şaşkındım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Hemen babaları Necati Amcamız'ın yanına gittim. Kalabalıklar vardı Çamlıca’nın tepelerinde. Herkes O’nun için gelmişti oraya. Herkeste hüzün ve gözyaşlarının akmaması için çareler arayan yüzler vardı. Ağlamak isteyenler bir tarafa kaçıyordu.

Şimdi içim içim ağlıyordum ve kendimden utanıyordum. Hiç O’na layık olamamıştım. Talebeliğini idrak edememiştim. Tıkamıştım kulaklarımı O’na. Ama ben bu kadar saygısızlığa rağmen O bana Kutlu Mekke’den selam gönderme şerefinde bulunmuştu.

Hocamızın değerini zaman geçtikçe daha çok anlıyorum.

Ne diyelim?

Rabbim bizleri O’nun şefaatini nail eylesin ve O’nu bizimle cennet-ü alada refik eylesin… (amin)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum