xxx431
ERDEMLİ TOPLUM İHTİYACI
Anadolu’da “Asıl azmaz bal kokmaz” diye bir tabir var. Mahalle kültürünün içtimai hayatı belirlediği zamanlarda da, bir adamın genel ahlâk ve adâba mugayır hareket ettiği aşikar olunca “helal süt emmemiş” denirdi. Bu tabirler, ahlâkın bir gelenekle nesilden nesile geçtiğini, ahlâksızlığın ise geleneğe bağlanamayacağını ifade ediyor. Bizim kültürümüzde vücudunda bir leke ile doğan bebekler hakkında, annesinin aş erme vakti yediği “haram lokma” inanışı vardır: “Aş ererken komşunun dalından meyve kopartıp yedimdi. Elimi de yanağıma sürmüşüm. Oğlanın yüzündeki leke ondandır”. İnsanlar yedikleri haram lokmanın bir gün bir musibete meydan vereceğine inanırlar. “Haram malın belası haram işleyende çıkmazsa evladında çıkar”, ya da “Haram yiyenin evladı haramî olur” derler. Demek ki suçun, günahkarlığın yaşadığı bir muhit var.
Bazı sufî metinlerde, Yûsuf (as)’un bir gün aynaya baktığı ve “Ben bir köle olsam bana paha biçilemezdi” dediği ifade ediliyor. Allah’ın Yûsuf’un, suretinin güzelliğinden dolayı şükretmek yerine, kendini beğendiğinden dolayı “ben bir köle olsam” sözünü başına bela verdiği yorumlanıyor. Yusuf kıssasında, başa gelen belaların insanların dillerinden çıkan beyanlar olduğu bir kaç kez zikrediliyor. Örneğin Yakup, Yusuf’a rüyasını anlatmamasını, yoksa kardeşlerinin ona tuzak kuracağını öğütler (12: 5); gerçekten kardeşleri tuzak kurarlar (12: 9). Yine Yusuf’un “Rabbim, zindanı bu kadınların beni kendisine davet ettikleri şeye tercih ederim” (12: 33) dediği; kısa bir süre sonra da “Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti” (12: 34) gereği hapsedildiği beyan edilmiştir. Bu nedenle Kur’an’da Yusuf’un “Ben bir köle olsam bana paha biçilemezdi” sözüne dair bir işaret yoksa da, kıssanın ruhuna uygun olarak Allah’ın ona “Ben seni bir köle edeyim de kıymetini sana bildireyim. Ucb, beladır. Kıymet ancak benim verdiğimdir” hükmünce muamele ettiği düşünülebilir. İnsanın başına gelenlerin kendi ellerinden çıkanlar yüzünden olduğu Kur’an’da defalarca zikredilmiştir. Adem (as) de, zellesi sebebiyle yeryüzüne indirilmişti. Ahlâkî toplum, içindeki günahkârlığın büyümesi oranında musibetlere duçar kalıyor. Gayr-ı ahlâkî hayat sürdüren insanların yetiştiği zemin günahkârlıktır. Toplum her zaman insanı kuşatan, cendereye alan bir cebr ortamıdır. Bunu bilinçle aşmamız mümkün değil; ancak “başka bir muhit” ile aşmaya cehd edebiliriz.
Saf ve pür, yani erdemli toplum inancını idealize edip müesses kılmak Müslümanların başarmasının fevkinde bir şey. Eğer bu başarılabilir bir şey olsaydı, Hz. Adem (as), Kabil’in Habil’in katili olmasını engelleyebilirdi. Ahlâkın bu gidişatı durdurabilmesi mümkün değil. Ahlâktan ilahi manada istenen de toplumun candarmalığını yapması olmasa gerektir. Eğer ahlâkın yeryüzünde erdemli toplumu tahkim etmesi, ayrışmayı gerektirse idi, insanlık tarihi boyunca ahlâk adamlarının gayr-ı ahlâkî hayat idame eden insanlıktan kopup gitmesini müesses hale getiren bir “tarih” olgusu meydana çıkacaktı. Yani tarih hep “iki toplum” tarihine dönecekti. Mesela peygamberler gayr-ı ahlâkî addettikleri insanlardan ayrı bir beldede oturacaklardı. Yunus Peygamber (as) kendisine inanmadığı için kavmini terk etmekte haklı olacaktı. Yahut Lut (as), eşini günahkârlara arka çıktığı ve onları kendisine tercih ettiği için def edecekti. Yusuf (as), kendisine kötülük eden kardeşlerinden intikam almak isteyecekti. Nihayet Hz. Peygamber (asv) amcasını öldürten Ebu Süfyan ile Hind’i affetmeyecekti. “Siz günahkârsınız, ayrı bir toplumda oturun” söylemi böylece haklı bir zemin bulacaktı. Ama böyle olmamıştır. Güçsüz Yusuf (as) ahlâksızlık ayyuka çıkınca, ahlâkî bir muhite kaçmıştı. Ama ayrı bir toplum fikri geliştirmemişti. Mağdur kılınmış Hz. Peygamber (asv)’in Medine’ye hicreti, Mekke’de can güvenliğini yitirmesi nedeniyle idi. Onlar mazlumken muhit aradılar, ahlak üzere sabrettiler; güçlü iken de ahlâk zorlamadılar, ahlâkî kurumlar kaim eylediler. Mahalle tesis ettiler, vakıf kurdular, üretene ve satana pazarı açtılar, bütün meslekleri ahlâkî değerlere bağladılar. Birileri kapitalist olacak diye kimseyi işsiz bırakmadılar. Salihler bir toplum hüviyeti edinmedikçe, ahlâk zorbalıktan başka bir yön bulamayacaktır.
Ahlâkın yaptırımları, cezaî düzenlemeler ihtiva etmemektedir. Bu durumda ahlâk, kendi muhitini arayacaktır. Bir ahlâk için en büyük felaket, toplum çürürken kendi muhitinde gamsız, kedersiz bir hayat sürmektir. Ahlâk dâvâsının adamları şöyle demelidir: “Komşumuz günahkâr olabilir. Ahlâkî dâvâ ise celvettedir. Ahlâklı ol, ahlâkı hâmil ol”. Ahlâk bir güç sahibi olduğunda bile gücü yine ahlâkîliktir. Ahlâkın ahlâktan başka bir gücü zuhur etmeyecektir. Peygamber (asv)’in Mekke’yi fethedip de, gücün fevkine vardığında dahi ahlâkta sübût bulmasının sebebi buydu. Peygamber (asv) başkalarının ahlâkını düzeltmekten çok kendi ahlâki duruşunu sabit kılmaya çabalıyordu. Ahlâkın en büyük derdi, erdemi ve salih toplumu içtimaî hayatın merkezinde tutmaktı. Hz. Ömer (ra) halifeliğinde içki tükettiği için evine izinsiz girdiği adamın şu sözünü haklı bulmuştu: “Ey Ömer, beni içki içmekle kınarken sen Müslümanların Halifesi olarak iki suç işledin: 1) Zan üzerine davrandın. Allah diyor ki: “Zanndan kaçınınçünkü zannınbir kısmı günahtır. Ve tecessüs etmeyin (insanların hatalarını araştırmayın)” (49 Hucurat 12); 2) Mahrem yere izinsiz girdin. Bu konuda da Allah şöyle demektedir: “Ey âmenû olanlar! Evlerinizden başka evlere, izin isteyip ev halkına selâm vermedikçe (içeri) girmeyin” (24 Nur 27). Ömer (ra) bu sözleri duyunca, adamı haklı görüp o mahalli terketmiştir. Ömer bu erdemi göstermeseydi, zorba olurdu. Ahlâk, zoru kabul etmiyor.
Adem’in oğullarından biri Kabil idi. Kabil’i Adem (as)’in toplumundan çıkaran saik tamamen ve sadece Kabil’in kendisi idi. İnsanlığın evvelinden itibaren günahkarları “toplum dışı” kılan bir anlayış tahkim edilmemişti. Hz. Nuh (as), günahkar olan oğluna gemiye binmesi telkininde bulunduğunda da, oğlu tufanın geçiciliğini vehmetmiş ve gemiye binmemişti. Kavmi Nuh (as)’a diyordu ki: “ Ey Nuh! Bizimle cedelleştin durdun, cedelde/tartışmada da çok ileri gittin, tartışmayı çoğalttın” (11 Nuh 32).İki temsilde de günahkarları reddeden figürlerden ziyade, günahları sebebiyle ahlâk toplumundan ayrı kalmayı yeğlemiş günahkâr tipolojilerle karşılaşmış oluyoruz. Yani siz ahlâk sahibi iseniz, ahlâksızları toplumdan “sürmeye”, hakkınız yok görünüyor. Tam tersine ahlak-dışılık, ahlâk sahiplerini toplumdan sürmeye yelteniyor. Ahlâk ise doğruyu anlatmak ve hayat edinmekten başkasıyla amel etmeyecektir, edemiyecektir. Müslümanlar kapitalistleştikçe, İslamî değerleri ahlâk edinme hassalarını yitirdi, erdemli toplum olma bilinçleri de dağıldı. Bozulmuş bir toplumun kapitalist haz zindanına girdi. Değerleri uğruna maldan ve candan kaybetmeye tahammülleri kalmadı. Gözlerin kazanç hırsı, kardeşliği yıkıyor; Karunî bir enaniyet aramızda dolaşıyor.