S. CEYLAN
Dilimin Unuttukları…[1]
İlk yazım… “Dertli insan ve güzeli”. Yazımın giriş kısmını okurken dikkatimi çekti de, orada fark ettiğim ama farkındalığımı hakkıyla ifade edemediğim, geçiştirdiğim, bir girizgâh olarak bıraktığım ve ana fikrimin farklı olmasından olsa gerek, yoğunlaşamadığım, öylece oracıkta bıraktığım bir yaklaşım var:
“Aslında size yazmayı düşündüğüm şeyler farklı idi lakin, bu sabah ayakkabılarımı giyerken fark ettim de, ayakkabılarım benim için ne kadar değerli!... “Onlar olmasa ben ne yapardım?” sorusu ile bir anda ayakkabıma bunca yıl ettiğim vefasızlık ve kadir-bilmezlik düşüncesi çöreklendi içime!”
Hayatta ihmal ettiklerimden biri idi ayakkabılarım… Varlığından dolayı şükretmediğim ama yokluğuyla bin bir sabırsızlık göstereceğim, ayağıma dikenler batarken, gözümden akan yaşlarla birlikte “yokluğu” hiç kabul edemeyen kulluğuma kahredeceğim.
Kolay elde ettiklerimiz veya hazır bulduklarımız hep “en çabuk sıkıldıklarımız” ve “kıymetini bilmediklerimiz” olurlar. Ele, göze, sağlıklı bir bedene ve beyne sahip olduğundan dolayı dahi hakkıyla şükretmeyen biri için ayakkabısının varlığının kıymetini bilmek söz konusu olamaz biliyorum…
Geçenlerde duyduğum bir ifâde: “Ne zaman bir organ varlığını hissettirirse, o organ hastalanmış demektir.”[2]Yani, varlığını hissettirmeyen bir organ, hatta var olduğunu bile unutturacak denli sessizce çalışan bir organ sağlıklı demektir. Öyle ya; biri “Bende kalp var!” diyorsa, “Kalbim rahatsız. Artık var olduğunu bana hissettiriyor” demek istemektedir. Bu cümleye benzeyen cümleler o kadar çok ki... “Şekerim var!” “Babamda prostat var.” “Ah böbreğim...” “Midem, midem...”
Kalbim göğsüme ne zaman konuldu? Hatırlamıyorum. Midem, ne zamandır böğrümde asılı duruyor? Farkında değilim. Nefesimi, kalbimin odacıklarında hiç bitmeyen o çılgın çalkantılar anlamlı kılıyor. Uykumda bile durmuyor kalbim; ben bende değilken kıpır kıpır sabahı ediyor; uyumuyor. Midem “Bak ben buradayım işte!” dercesine, yanmasıyla daralmasıyla ikide bir varlığını başıma kakmıyor.
Unuttuklarımızın hepsi bize verilendir. Öylesine güzelce verilir ki onlar, veren verdiğini bile unuttururcasına verir sanki. Başa kakmaz. Hatırlatmaz. Sağlıklıysa bize verilen, hiç fark etmeyiz onu. Sağlıklı olan eksiksiz verilmiştir; noksansız durur yanımızda, içimizde. Eksildiğinde ise rahatsız eder bizi. Demek ki, verilen eksilince fark ediyoruz verildiğini. Verilen arttıkça, verildiğini fark edemez bir uykuya yatıyoruz.
Hal böyle olunca, şu kadarını hatırlamamız sorun olmaz diye ümit ediyorum: “Cömertlik sadece çok vermek değildir. Cömert, çokça verdiğini hissettirmeden verendir de…” En çok “benim” sandıklarımızı, “bana verilmiştir” demeyi bile unuttuğumuz bedenimiz üzerinden bize tattıran işte böylesine nezaketli bir cömerttir, Cevad’dır, Muhsin’dir, Latif’tir, Kerîm’dir…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.