Ahmet TÜRKAN
DARBE ZİHNİYETİ VE II. ABDÜLHAMİD-1
Darbe zihniyetinin ortak karakterini, körlüğün, çıkar çatışmalarının, ön görülü olmaktan ne kadar uzak olduğunu Mustafa Armağan’ın “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adlı kitabından aktaracağım bazı bölümlerinden sonra daha iyi anlaşılacağını ümit ediyorum.
Tarihe bakışın ne kadar önemli olduğunu, ders almanın zaruretini bir nebze ortaya koymayı amaçlıyorum. Son 50 yılını darbelerle geçirmiş olan ülkemde, neden pek çok sorun yumağı ortalığı toz duman etmişken darbecilerin bir türlü aymadıklarını, 30 yıldır terör belasına en küçük bir çözüm üretemediklerini, kafalarına taktıkları irtica paranoyasını terörden daha tehlikeli gördüklerini anlayabileceğiz.
Darbe karşıtlarına yapmış oldukları zulmün iç yüzünü, YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararlarını neden yargıya kapattıklarını, neden yargılayamadıklarını, sanırım artık daha iyi anlayacağız.(YAŞ kararları 12 Eylül 2010 Referandumu ile yargıya açılmıştır. Hayır cehpesine dikkat)
Beni evhamlı sanıyorlardı…
Hayır! Ben sadece gafil değilim o kadar.
Sultan II. Abdülhamid
Sen idin ağuş-ı işfakında sen
Tıfl-ı sulhü şefkatinle besleyen.
Sen sükut ettin, sükut etti siper
Başladı tufana hunab-ı beşer
ÖYLE YAZMIŞTI bağrıyanık bir kalem Mütareke yıllarında...
İşte İstanbul gazetelerinden biri, 1919'un sancılı bir Ağustos'unda yayınladığı
ilginç karikatürün altına şu acı dolu notu düşmek ihtiyacını hissetmişti: "Sen sükût ettin, sükût etti siper." Yazarın burada 'Sen' dediği, 10 yıl önce tahtından indirilmiş olan Sultan II. Abdülhamid'den başkası değildi. (Karikatür yayınlanmadı)
Evet, sen düştün, düştü siperimiz... Sen düştün, düştü aklımız... Sen düştün ve
ardından öyle bir düşüş düştük ki, şimdilerde ancak nereden düştüğümüzü ve düşmemize mani olan elinin hangi tunç ocağından çıkarıldığını keşfe çabalıyoruz.
Oysa çok değil, daha 10 yıl öncesinde kendisine ağız dolusu küfürler edilen, en olmadık iftiralara ve en aşağılık karikatürlere muhatap olan bu adam. Mütareke gayyasında dönemin bilinçalhndan bastırılmış bir hatıra olarak aniden fışkırmış, hatırlanmak ne kelime, delicesine özlenmişti.
Bu defa Sultan II. Abdülhamid, barışın güvencesi ve kollayıcısı olan halkının gönlünde yeniden tahta çıkıyordu. Kendisine biatlar tazeleniyor, özürler dileniyor, nedâmetnameler yürüyordu ak kâğıtların damarlarına.
Bir dünya göçmüştü onunla beraber. Hz. Davud'un kalkanını andıran bir dünya, asırlık zincirlerinden kurtulmuş, onu hep kubbesinde bir koruyucu şemsiye olarak gören halkın üzerine çökmüştü gittikten sonra. Kâinatımızın kubbesi, onun Yıldız Sarayı'ndan asker zoruyla çıkartılıp trenle Selanik'e gönderilişinden tam 9 yıl sonra yerle bir olmuştu. Türlü vaadler ve cakalarla iktidara el koyanlar eliyle gerçekleşmişti bu yıkım hem de...
1918, kaçış yılı olmuştu hürriyet kahramanlarımızın. Birer ikişer firar etmişlerdi kurtarmaya soyundukları vatandan. Oysa daha 10 yıl önce yönetime el koyduklarını; daha 5 yıl önce Babı-ali Baskını ile iktidar kuşunu kahhar pençeleri arasına alıp büyük Turan ülkesi kuracakları vaadiyle devleti savaşa soktuklarını ve Memalik-i Osmaniye'nin sınırlarını Orta Asya'ya kadar büyütecekleri iddiasıyla yola çıktıklarını yazan gazetelerin mürekkebi kurumamıştı.
Kurumamıştı ve kaçıyorlardı.
31 Mart'tan sonra Beyazıt Meydanı'nda Yıldız Sarayı'ndan çıkan engerek belgeleri yakmışlardı. Şimdi de, hep beraber yurt dışına kaçarken, kalan belgeleri çantalar içerisinde yanlarında götürüyorlardı...
Geride hiçbir iz kalmaması lazımdı çünkü...
Utanılacak izler tarihin sinsi hafızasından topyekün silinmeliydi.
Peki alınları açık olsa, neden gerek duysunlardı ki, bu acemice tedbire? Divan-I Harb'de yargılanmayı talep etmek için ille de Sultan Abdülhamid Han gibi mangal yürekli mi olmak gerekiyordu? Kaldı ki, kendisi istediği halde, başlarına iş açmamak için yargılanmasına izin vermeyenler, bizzat Jönlerimiz değil miydi?
Onun 'neler' bildiğini hepsi de pekala biliyorlardı çünkü. Sultan Hamid'in yargılanma arzusunu hatıralarında bize aktaran Fethi Okyar da biliyordu kuşkusuz.
Dönemin tam anlamıyla "kara kutu"suydu Sultan Abdülhamid. Kutuyu açtırmak, kötüyü
söyletmek anlamına gelecekti. Günün birinde mahkemeye çıkar da bir konuşmaya başlarsa, pir konuşacak nice hürriyet kahramanı, oturdukları mevkilerden sapır sapır döküleyazacaklardı. Bu yüzden kendini savunma hakkı dahi vermediler devrik Sultan'a; üstelik bildiklerini kimselere anlatmasın diye de kapısını üzerinesürgülediler. Başına bir tabur asker dikerek hem de.
İngilizler de gelse, kaçmak, Turan'ı fetih için yola çıkaklarını ilan edenlere yakışır mıydı? Bu muydu Turan ideali? Bu muydu yeni Kızıl Elma? Berlin'de miydi o? Erivan'da mı yoksa Bakü'de mi gizlenmişti "Turan rüyası"?
Neyden kaçıyorlardı sahi? Nereye kaçıyorlardı sonra? İngiliz zaptiyelerinden mi? Fransız süngülerinden mi? O kadar da korkak olmadıklarını biliyoruz çok şükür.
Peki bir imparatorluğu savaşa sokanlar düşmana yenilince ilk işleri kapağı başka ülkelere atmak mı olmalıydı?
Sultan Abdülhamid, düşmesi an meselesi olan başkentin Anadolu'ya, Bursa'ya nakledileceği haberi kendisine verilince, "Bizans İmparatoru Konstantin kadar da mı olamadık?" demiş ve çıplak gerçeği yanına gelen heyetin yüzüne tokat gibi çarpmamış mıydı? Ve sonradan Cumhuriyet döneminin başbakanı olan Fethi Okyar'ın göz kanallarına yaş hücum etmesine sebep olan şu yiğitçe cümleleri eklememiş miydi sözlerine:
“Konstantin teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi tercih etmişti. Onun kadar da mı
cesaretimiz kalmadı? Bana bir tüfek verin, tek başıma düşmanla savaşmaya
hazırım. Hiçbir yere gitmiyorum”!
Bir yere gitmiyorsun Sultanım! Buradasın ve ölümünden sonra pahan giderek yükseliyor. Bir vizyon, bir akıl, bir ruh, bir diriltici nefes üflüyorsun küresel denizlerde bocalayan sevdamıza. Bir direniş ruhu, akıllı davranış bilinci, kavrayış ve zekânın vatanseverlikle el ele kurduğu görkemli taht, inançtı bir insanın çağının gelişmeleriyle hemhal oluşu, çok yönlü düşünebilme
ve hareket edebilme yeteneği...
Devam edecek…….
Ahmet TÜRKAN - Habername
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.