Teslime Gülsen NURDOĞAN
Bursa Seyahatim ve Süleyman Çelebi
Emir Sultan'ı ziyaretten sonra az aşağıdaki duraktan otobüse bindik. Millet Bahçesinin yanında inip Çekirge caddesine çıktık. Süleyman Çelebi'nin kabrine gidecektik. Mevlid şiiri yazarı Süleyman Çelebi'nin kabrinin Çekirge yolu üzerinde olduğunu biliyorduk.
Süleyman Çelebi benim için özeldi. Allah sevgisiyle ağlamanın nasıl bir şey olduğunu onun Mevlid şiiriyle tatmıştım. Gözlerimden Allah yolunda düşen ilk yaş onun Mevlidi sebebiyle olmuştu. Ortaokuldan mezun olduğumda bir yaz akşamı uyumaya çalışıyor ama uyuyamıyordum. Nereden geldi de estiyse kendi kendime Mevlidin mısralarını mırıldanmaya başladım.
"Allah adın zikredelim evvela
Cümle vacip oldur işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi asan ide Allah ona
Bir kez Allah dese aşk ile lisan
Dökülür cümle günah misl i hazan
İsm i pakin pak olur zikreyleyen
Her murada erişir Allah diyen"
Ağlamaya başladım. Henüz 14 yaşındaydım. İlk kez Allah duygusuyla ağlıyordum. Allah sevgisi gönlüme sirayet etmişti. Böyle bir duyguyla ilk kez karşılaşıyordum. Bir kez Allah deyince günahlar hazan mevsiminde yaprakların döküldüğü gibi dökülüyor muydu şimdi? Allah Allah! dedim, öyleyse bir değil onlarca yüzlerce defa Allah diyebilirim. Bu kadar kolay mı günahların dökülmesi dedim?
İşte Mevlid Nazımı Süleyman Çelebi'nin kalemiyle böyle tanışmıştım. Sonra yıllarca okuduk dinledik Mevlid şiirini. Kim yazmış diye hiç düşünmedik. Öyle ya insanlar yazan ile değil yazılanla ilgilenirler. Kaf Dağı Yolcusu Kalmasın adlı kitabımda mevlid geleneğimiz ve Süleyman Çelebi'den uzunca bahsettim. Köyümüzde dam başlarında okunan mevlid günlerini yad ettim. Dolayısıyla İslam dünyama ziyadesiyle tesir etmiş biriydi.
Biz böyle yürürken Fatma hanım sağ tarafımızı işaret ederek:
-Burası Millet Bahçesi dedi.
Çekirge caddesine çıkıp yürümeye başladık. Millet Bahçesi sağımızda kalıyordu. Tam olarak kabrin nerede olduğunu bilmiyorduk. Yol kenarındaki durakta otobüs bekleyen hanımlara sorduk. İçlerinden bir tanesi, bu yol üzerinde sol tarafta dedi.
Uzak mı dedim? Başını salladı, inanın bilmiyorum dedi. Ama bu yolun solunda olacak.
Gizem'e, en iyisi sen navigasyonu aç dedim. Benim telefon navigasyona uygun değildi. Akşam oluyordu ve hava kararıyordu. Bu yüzden kabri bir an önce bulup ziyaret etmemiz gerekliydi. Yarın için tekrar buraya gelmek zor olacak, belki de mümkün olmayacaktı.
Yürü babam yürü yol bitmek bilmiyordu. Adımlarımızı hızlandırdık. Gizem navigasyona bakarak, "20 dakika var gösteriyor." dedi. Eh iyiymiş 20 dakikada oraya yetişiriz dedim. Fatma hanım daha önce gelmemiş olduğundan kabrin yerini bilmiyordu. Yürüdüğümüz caddenin sol tarafı bir dağ eteğiydi. Binalar bu sırta sıkıştırılarak yapılmıştı ve çoğuna merdivenle çıkılıyordu. Genellikle lüks ve güzel evler vardı. Ara sıra oteller göze çarpıyordu. Kendi kendime Süleyman Çelebi'nin kabri gerçekten sol tarafta mı diye düşünmeye başladım. Niye düz bir yere yapmamışlar; caddenin sağ tarafı sol tarafının tersine dümdüz diye geçirdim içimden. Bu sırtın neresine gömülmüş olabilir ki?
Bir saat yürüdük ama hala kabre varamamıştık. Gizem'e tekrar sordum, emin misin navigasyon 20 dakika var diyordu hala gelemedik!
-Evet valla Teslime abla ben de anlamadım dedi. Akşam ezanı neredeyse okunacaktı ve biz hala yürüyorduk. Sol tarafta iki genç, güzel bir binanın bahçe duvarındaki sarmaşık çiçeklerini temizlemekle meşguldüler. Onlara sordum.
-Direk yürüyün, ileride Atatürk Köşkü var, onun az ilerisinde solda sırtın üzerinde dedi.
-Çok uzak mıdır dedim.
Hayır yakın dedi. Işıkları geçince hemen orada!
Yolumuza devam ettik. Ben en öne geçmiş gayretle yürüyordum. Gizem'in ayağı ağrıdığı için yavaşlamıştı. Fatma hanım, Gizem biraz otursun yürüyemez oldu dedi. 3-5 dakika dinlenip devam ettik. Acele etmek zorundaydık. Geri dönsek, bunca yolu niye yürümüştük ki? Hem az önceki gençler kabrin çok yakın olduğunu söylemişlerdi. Sonra kalbimden; Süleyman Çelebi dedim, ne de uzaktaymışsın az kaldı geliyoruz dedim! Bu büyük veliyi düşündükçe heyecanlanıyordum. Dün de Kent Meydanı'nda onun imamlık yaptığı Ulu Cami'yi gezmiştik.
Ulu Camii nere Çekirge nere dedim kendi kendime. İkisinin arası bana çok uzak geliyordu. Süleyman Çelebi 1409 yılında Ulu Cami'de imamlık yaparken Şii bir adamın, "Bütün peygamberler eşittir" diye iddia etmesi üzerine galeyana gelmiş, Hz. Muhammed aleyhisselam'ın en üstün peygamber olduğunu kanıtladığı bu Mevlid şiirini yazmıştı. Kitaplarda onun bu şiirini bir gecede yazdığı anlatılıyordu.
Atatürk Köşküne gelmiştik. Bina güzelliğiyle göz dolduruyordu. Fotoğrafını çekmeyi ihmal etmedik.
Atatürk Köşkü'ne geldiysek geldik sayılır diye düşündük. Hepimiz rahat bir nefes aldık. Çok şükür bunca yürümemiz boşa gitmeyecek kabre ulaşacaktık. Bu düşüncenin verdiği rehavetle adımlarımız yavaşladı. Kabri gösteren ne bir işaret ne de bir levha yoktu. Sol tarafı kontrol ede ede gidiyorduk. Sağ tarafta Bursa şehri görünüyordu.
Sanırım gelmiştik. Gizem, işte burası olmalı diye seslendi.
Kabre merdivenle çıkılıyordu. Yorgun ama sevinçle basamakları tırmanırken merdivenin sağında asılı duran levhanın fotoğrafını çektik. Akşam ezanı okunuyordu. Karanlık basmış zaten tenha bir mevki olan kabrin bulunduğu yerin sokak lambaları sönükleşmişti. Sanki burası Çekirge caddesinin sonuydu. Fakat huzurla doluyduk. Mevlid şiirini yazan velinin kabrinin yanındaydık.
Merdiven basamaklarını çıktığımızda tam karşımızda Mevlid kasidesinden bir bölüm yazılı olan mermer panoyla karşılaştık.
Hep okuya geldiğim bu mısraları görünce içim cız etti. Gördüğümüz her şeyi fotoğraflıyorduk. Bunun da fotosunu çekip sağa döndük. 500 metrekare kadar olan boş alanın yola bakan tarafındaki mermer kabri gördük.
Adımlarımız yavaşladı. Milletçe 600 yüz yıldan beridir bu mermer kabirde yatan şahsın yazdığı Mevlid şiirini okuyorduk. Hiç eskimemişti şiiri. Her okuyuşta duygu yüklenirdi yüreğimize. Resulullah aleyhisselamı aşkla şevkle anlatmıştı çünkü. Öyle kuru yavan bir şiir değildi Mevlid. İçindeki bilgiler, ayet ve hadislere dayanıyordu. Bir vesika bir kaynaktı Süleyman Çelebi'nin Mevlidi…
Kabrin ayak ucuna çöktüm. Yorgunluktan nefes nefese kalmıştık. Ellerimizi açıp fatihalarımızı okuduk. Hava iyice kararmıştı. Yakınlarda akşam namazını kılacak bir mescit ya da cami göremiyorduk. Bu yüzden acele etmemiz gerektiğini düşünüyordum. Fakat bu kıymetli şahsın yanından hemen ayrılmak da istemiyorduk. Ne olurdu kabrin şuracığında bir mescit olsaydı. Her yere her şeyi yapmışlar da bu kadar boş alana bir mescit yapmamışlar dedim. Ama boş alana baktığımda burada bir düzenleme yapılacağı duygusuna kapıldım.
Yasin i şerifi kıraat etmeye başladım. Sonuna kadar okuyacak mıydım bilmiyordum. Arkadaşlarımın hakkına girmek istemiyordum. Belki birinci sayfayı okuyup kalkabilirdik. İkinci sayfa, üçüncü sayfa derken bu kadar yeterli sanırım gidelim mi dedim?
-Teslime abla bitir dedi Gizem. Ev sahibemiz Fatma hanıma baktım. Onun da itiraz etmediğini görünce kalan sayfaları da okudum. Dua edip ayrıldık bu müstesna kabirden. Süleyman Çelebi belki bize de şefaat eder diye umutlandım. Merdivenlerden inip eve nasıl gideceğimizi düşünürken oradan geçen bir taksiyi durdurduk. Taksiye bindiğimizde hala Süleyman Çelebi'yi ve yazdığı Mevlit şiirini konuşuyorduk. Şoför de bizi dinliyordu. Bir şey söyledi ama unuttum. Bursa'da en çok görmek istediğim yerlerden birini görmüştüm. Sıra İzvat'ta dedim. İzvat Bursa'nın bir köyü. Mehmed Zahid Kotku Hoca efendinin köyü.
Şoför abi bu köyün ismini duydunuz mu diye sordum?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.