Teslime Gülsen NURDOĞAN
Bir Garip Kul (Ustad Kadir Mısıroğlu)
Allah-u azimüşşan sayısız alemler yaratmış. Alemler içinde de en kıymetli olan insanı yaratmış; kendine muhatap kılmış! Kalbi ve gönlü olan bu Ademoğlunun her biri bir ayrı. Her biri başka dünya. Her kalp, derya deniz! Ve o her kalp, Allah'a nazır!
Harikasın ey insan! Her şeyi yoktan var eden Allah'ın, cümle mevcudatı sana secde ettirmesini, daha iyi anlıyorum.
Kur'an ile hemdem olunca görüyorsunuz ve anlıyorsunuz ki; Allah bu insana, insancığa ne büyük saygı duyuyor. Her şeyi gören gözeten Allah; bu insancık, gönlüyle bir temessül edip ya Rabbi! dese; o Allah, hemen o kuluna icabet eder.
Şanı öyle yüce, öyle büyüktür ki; her şeyi kendi yaratıyor; isterse yok ediyor, isterse hayatta tutuyor. Yani, dilediğini dilediği gibi yapan o Allah, kulu:
ya Rab! diye nida etse, onu muhatap alıyor! Her insan için bu böyle!
Benim de gönlüm coşar bazen de sonra Rabbimin insancıklarını düşünürüm. Rabbimi andıkça gönlüm genişler; ve sayılamayacak kadar çok sayıda olan bu insanları düşünürüm! En rezil kulun gönlü bile Allah'ın elinde olduğu için; insana saygım artar! Bu yüzden insanları dinlemeyi severim. Çünkü insanlarda hazineler gizlidir.
Bugün de konum bir insan. Allah'ın kullarından bir kul; senin, benim gibi. Ama değerli bir bir kul; okuyan, yazan ve düşünen bir kul!
Yüksek sesli, başı fesli!
Üstad Kadir Mısıroğlu…
Dili ağzına sığmayan adam!
Öyle konuşuyor, öyle konuşuyor ki; bitmeyen bir hazine! Dilinde yapısal bir bozukluk olmalı ki, telaffuzu biraz tuhaf. Telaffuzundaki bu tuhaflık ise onda bir bütünsellik oluşturuyor. Olmazsa olmuyor yani.
Ey, Musavvir olan Allah'ım!
Konuşurken yormuyor muhatabını; içine mizah katıyor, hatırat katıyor, fıkra katıyor! Kendine has üslubu var; Trabzonlu olması hasebiyle Karadeniz şivesiyle konuşuyor bazen. Arada yallah masaya bir yumruk! Konuşurken masaya yumrukla vurmak, onda bir meleke olmuş. Bir konuşmasında, masaya böyle vururken bir kaç bardak kırmışım, diyor.
Halk ağzıyla konuşuyor. Bu da onu sohbetinde samimi kılıyor.
Tercemei halini kendisi anlatıyor:
"1933 yılı Ramazan-ı Şerifi’nin yirmi yedisinde yani “Kadir Gecesi” seher vakti dünyaya gelmişim. O saat mahallemizin Câmii şerifinde âdet üzere “Seher Mukabelesi” okunuyormuş. Bu mukabeleyi takib etmekte olan babamın kulağına o anda müjdeyi fısıldamışlar ki, tam “Sûre-i Kadir”okunuyormuş. Bu sebeple ismimin “Kadir” olarak konulmasını gönlünden geçirmiş.
(...) yıl (1947)
Büyük Doğu ile tanıştım. İlk mektepten itibaren parlak bir talebeydim. Hocalarım beni el üstünde tutarlardı. Hariçten ne bulabildimse okumam sebebiyle dâima sınıf arkadaşlarımın üstünde bir seviyem vardı. Büyük Doğu, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılâplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu.
(...)1950 yılında Trabzon Lisesi’ne başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla Tebellü etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. Sık sık anma günleri yapar, Mehmed Akif, Kâzım Karabekir ve hatta Mareşal Fevzi Çakmak için bile mevlit okutmaya kadar varan, alâkalar içinde davayı terennüm etmeye çalışıyordum ki; bunlardan bazıları mahallî gazetelere de aksetmiştir.
Bu sırada dört küçük milliyetçi teşekkülün birleşmesiyle vücud bulan “Türk Milliyetçiler Derneği”nin Akçaabat Şubesi’ni açtım ve 1953 yılında DP hükümetince basit bir bahane ile kapatılıncaya kadar başkanlığını deruhte ettim. En yakın arkadaşım bilâhere 27 Mayıs İhtilâli hengâmmda öldürülen Özdemir Kazancıoğlu idi. O’nunla gece gündüz beraberdik.
Trabzon Lisesi benim için islâmî mücâdele bakımından dört fırtınalı yıl olarak geçmiştir. O zamanlar liseler dört yıldı. Heyecan ve asabiyetim had safhada olduğundan, nasıl olup da o mektebi bitirebildiğime hâlâ şaşarım.
1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin beş yüzüncü yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanarak bir güzel dolmakalem mükâfat olarak aldım.
(...)Artık yüksek tahsil için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Babamın bu husustaki muhalefetini bertaraf etmek kolay olmadı. O sırada mahallemizde bir kız delirmişti. Okuma arzusuna set çekildiği için delirdiği şâiası babamı biraz yumuşatır gibi oldu. Lâkin para vermeyerek Akçaabat’tan ayrılmamı önlemeye çalışıyordu. Zavallı anacağım aynı zamanda terzilik eder, şuna buna dikiş dikerdi. Yedi yüz lira para biriktirmiş imiş. Bunu bana verince, son müşkül de hallolmuş oldu.
Üç günlük bir vapur yolculuğundan sonra 6 Ekim 1954′te İstanbul’a ayak bastım. Her taraf bayraklarla donatılmıştı. İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü imiş. Boğazı hayranlıkla seyrederek Galata’da karaya ayak bastım. Bir müddet Edirnekapı’daki eniştemin yanında, bir müddet de Fatih Sarıgüzeldeki babamın teyzesi yanında kaldım. Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırarak bilahare Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti‘nin Soğanağa semtindeki yurduna yerleştim.
(...)Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Bunun bir kısım tafsilâtını da yine “Geçmiş Günü Elerken” adlı eserimde bulabilirsiniz. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti‘nin yurdundaki ikâmetim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk mes’elesini öğrenmemi intaç eylemiştir. Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki bunların en meşhurları “Vefa”, “Seyhan”, “Karadeniz” ve “Yıldız” Talebe Yurtlarıdır. Dava yönünden genç insanlarla meşgul olmak için en müsâid müessesenin yurt olduğunu ilk keşfeden benim, desem herhalde yanlış olmaz, o derecede ki mâhud dönme Ahmed Emin Yalman o tarihlerde vatan gazetesinde bu faaliyetimden dolayı aleyhime bir baş yazı yazmıştır.
1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963) Fatıma Mehlika(1965) Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğumuz oldu.
Fakülte yıllarından itibaren neşriyat ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe meylettim. Yakın tarihimiz üzerindeki araştırmalar daha çok alâkamı celbediyordu. Vâsıl olduğum kanaatleri, izhar ve ifadenin kanûnî güçlüklerine rağmen yazıp söylemekten geri kalmadım. Daha önceleri çeşitli mecmua ve gazetelerde çoğu müstear adlarla yazılar yayınlamıştım. Öz adımla matbuat âleminde ilk görünüşüm 1948 yılındadır. Bu çocuksu bir şiirdir ve Yeni Polathane Gazetesinde yayınlanmıştır. Polathane, Akçaabat’ın eski adıdır. Fakülte yıllarımda merhum İlhan Darendelioğlu'nun çıkarmakta olduğu Toprak Dergisine de Mehmed Meriçgiller nâm-ı müsteari ile birkaç yazı yazmıştım.
İlk eserim; Lozan Zafer mi, Hezimet mi ? adlı araştırmanın birinci cildidir. İlk tabı 1964 yılında yapılmıştır. Aynı yıl “SEBİL YAYINEVİ”ni kurmuştum. Bu eser yayınevinin ilk kitabı oldu. 1970 yılındaki genişletilmiş ikinci tabı 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”na istinaden toplattırılmış, hakkımızda dava açılmış ve bu dava 1974 umûmî affı ile bir karara iktiran etmeksizin düşmüştür.
1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliği‘nde “Harf İnkılâbı” ile alâkalı bir konferansım dava mevzuu yapılarak hakkımda Eskişehir Örfî İdare Askerî Mahkemesince yedi sene hapis beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Hem kanunî ikametgâhım ve hem de konferansın verildiği yer İstanbul olduğu halde, Eskişehir’in bir selâhiyet tecâvüzü ile bu davaya bakmasındaki garabet ve hukukun de-faatle nasıl çiğnenmiş olduğunu göstermek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Şâhidlerin hapsedilmesinden tutunuz da, askerî şahısların kendi fiilleri hakkında şahid olarak dinlenmelerine ve hatta önce beraat olarak yazılmış olan kararın kumandan İrfan Özaydınlı'nın baskısıyla yırtılıp yedi sene hapse tahvil edilmesine kadar nice nice kanunsuzlukların sergilendiği bu macerayı – inşallah – müstakil bir eser halinde kaleme alacağım.
Hükmedilen cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezâevi‘nde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, Bakırköy Akıl Hastahânesi Adlî Servis merhalelerinde geçtikten sonra Cerrahpaşa Hastahânesi Psikiyatri Kliniğinden 1974 Yılı Mayısında çıkarılan umûmî afla nihayete ermiştir. Lâkin bu benim ilk hapsedilişim değildir. Merhum Necip Fazıl Bey‘le yakınlığım dolayısıyla resmî bir sürü istintak geçirmiş ve nihayet 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra hapsin hem de “Kızgın Askerler”kontrolündeki en şiddetli nev’ini tatmıştım. Aziz Nesin‘le Nâdir Nâdi arasındaki bir kalem münakaşasından başlayıp garip şekiller geçirdikten sonra benim Bursa’da Çekirce Kaplıcaları‘ndan alınıp İstanbul’a getirilmem, İstanbul Harbiye binasındaki hücrelerden birine hapsedilmem, bilâhere Balmumcu Askerî Kışlası‘ndan tahliye edilmemle ilgili tafsilât da müstakilen yazılmaya değer mâhiyettedir.
1964 yılında “Sebil Yayınevi“ni kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil Dergisini çıkarmaya başladım. Bu dergideki yazılarımdan dolayı kısa bir müddet sonra hakkımda M. Kemal Paşa ile ilgili mâhud kanun ve 163. maddeye istinaden sayısız dava açılması üzerine yeniden hapse girmeyi bertaraf etmek ümidiyle 1977 umûmî seçimlerinde MSP den Trabzon mebus namzedi oldum. Listede ikinci sıraya konulmam sebebiyle kazanamadım. Ertesi yıl aynı partiden İstanbul senato namzedi oldum. Yine ikinci sıraya konulmuş olduğum için kazanamadım.
1978 yılında MSP Merkez Umûmî Heyetine (Genel idare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980 İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün merkez Umûmî Heyeti hakkında tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanya’da ikâmet hakkım olduğundan Frankfurt’a yerleştim.
Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsâdesi vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltere’ye geçtik.
Gurbete hazır değildim. Mâlî imkânlarım mahduddu. Bu sebeble gâyet sıkıntılı bir gurbet çilesi içinde boğuşurken 1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla yurda dönmeye dâvet olundum. Dâvete icabet etmediğimden bilâhere Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından tard edildim. Bu sebeple İngiltere'den siyasî iltica hakkı istedim. Bunun için 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararın yayımlandığı Resmî Gazete’yi göstermem kâfî geldi. Daha sonra ecdaddan kalma gayrimenkullerim hazinece haraç – mezat sattırıldı. Bu yetmiyormuş gibi 1984 yılında da kitap depomuz yaktırılarak iktisaden çökertilmem için elden geleni yaptılar.
Çoluk çocuğumla Londra’da oturmaktayken geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim mecburiyeti beni tekrar Almanya’ya dönmeye zorladı. Böylece “Gurbet İçinde Gurbet” denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi geçirdim.
1991 Yılında çıkarılan Terör Kanunu” ile TCK.ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz vatana avdet edebildim."
Kadir Mısıroğlu, 6 Mayıs 2019'da vefat etmiştir.
Ustad Kadir Mısıroğlu konuşurken masaya vurarak konuşuyor. Bu onda davranış haline gelmiş! Konuşması ve üslubuyla hem güldüren hem düşündüren hem de eğlendiren bir insan.
Ben, son Osmanlıyım, diyor. Seksen altı yaşındayken bile 15 yaşındaki toy bir delikanlı kadar gözüpek ve cesur.
Tarihi, avuçlarının içindeymiş gibi anlatıyor. Atasına, vatanına, Allah'ına ve Peygamberine aşık olduğunu söylüyor.
Mustafa Kemal'i sevmiyor. Onun kafası'ndaki insanları da sevmiyor. Sevmediği bu insanlara kemalistler, diyor.
Mustafa Kemal'i neden sevmediğini ise şöyle açıklıyor:
"Ben, Mustafa Kemal'i sevmek zorunda mıyım? Mustafa Kemal gibi yemek yemek zorunda mıyım? Mustafa Kemal gibi giyinmek zorunda mıyım, Mustafa Kemal gibi düşünmek zorunda mıyım?" diyor.
Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Mustafa Kemal gibi düşünmenin, bir dayatma olduğunu söylüyor. Ben onun gibi düşünmek zorunda değilim, diyor. Madem demokrasi var, öyleyse istediğim gibi düşünme hakkına sahibim! diyor.
Açıklamalarına şöyle devam ediyor:
" Yoo!.. Mustafa Kemal nasıl düşündüyse öyle düşüneceksin! Mektep kitapları böyle, devletin nizamı böyle, devletin kanunu böyle! Ben adam değil miyim ya hu! Ben, müstakil (bağımsız) düşünemem mi?
Bu Mustafa Kemal gökten indi de ben Adem gibi çamurdan yaratıldım herhalde! Böyle şey olur mu? Hiçbir insan gelecek nesilleri kendi iradesine bağlama hakkına haiz değildir; hiçbir insan! Hiçbir insana bu selahiyet verilemez!
Öyleyse bu saçmalık devam edemez. Bu, akla mantığa aykırı bir gidiştir. Beyinleri bir fabrikanın kalıbından çıkan… mesela bir tuğla fabrikasından tuğla… hepsi aynıdır. İnsanları da böyle beyin itibariyle bir kalıptan çıkmış gibi aynileştirmeye çalışmak komünizmdir veya kemalizmdir; her halde bizim inandığımız nizam değildir ve olamaz!"
diyerek bunun Islam için de mümkün olmadığını, olamayacağını söylüyor.
Cümlelerini Mustafa Kemal'in sözleriyle bağlayarak buradaki zıtlığa dikkat çekerek bitiriyor. Mustafa Kemal'e ait olan, Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir sözünün bir yalan olduğunu, aslında egemenliğin -kanunlarla korunarak- Mustafa Kemal gibi düşünmek demek olan kemalizme ait olduğunu söylüyor.
Konuşurken, büyük bir topluluğun başında konuşan bir hatip edasıyla, gürler gibi konuşuyor.
Ustad Kadir Mısıroğlu, bazı çevreler tarafından bilinçli bir şekilde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Bu da gösteriyor ki, Kadir Mısıroğlu'nun; "belgelerle, kaynak göstererek yazdım" dediği tarih kitapları ve söylevleri, bir çevreyi huzursuz ediyor. Huzursuz ediyor ki; onun için Fesli deli, Fesli Kadir, Kahvehane tarihçisi gibi yakıştırmalar yapılıyor.
Seksen altı yıllık ömrünü bu davaya ayıran, bu yüzden ülkesinden sürgün edilen, hapis yatırılan bu pir-i fani, ne söylüyor ki!..
Delilsiz hiçbir şey yazmadım. Her şeyi kaynağıyla birlikte yazdım, diyor. Güneş balçıkla sıvanmaz; bir gün tarihi gerçekler açığa çıkacak, diyor. … 5816 no'lu kanunun kalkmasıyla, her şey açığa çıkacak, diyor.
Onun bu feryatları, ortaçağ Avrupasını hatıra getiriyor. Hani kilisenin emrinde olan ve hiç kımıldayamayan Avrupa! Engizisyon mahkemesi tarafından susturulan Avrupa! Ortaçağda Kilise, tüm Avrupayı kendi iradesine bağlamıştı.
Ustad Kadir Mısıroğlu, Türkiye'de de insanların kanunlarla bağlandığını, susturulduğunu savunuyor. Türkiye'de fikir hürriyetinin kanunlarla kısıtlandığını söylüyor.
Onun derdi çok!
Yunanlılarla ilgili söylediği sözler, sosyal medyada çarpıtılıyor. Hatta defalarca bu konuda tekzib yayınladığı halde.
Diyanet İşleri Başkanı'nın, hastanede kendisini ziyaret etmesi üzerine, bas bas bağıran siyasetçi ve bazı medya kuruluşlarına; hasta ve yaşlılığının verdiği acziyet içindeki bu adam, şu açıklamayı yapıyor:
"Ne diyor Oda tv? Resmin üzerine yazmış:
Hıyanet reisi,
Diyanet reisi.
Benim resmimin üzerine Hıyanet reisi.
Neymiş benim hıyanetim?
Yunan galip gelseydi" demişim. Ulan bin defa tekzib ettim alçaklar yahu! Yalan söylemekten utanın!
Yunan galip gelseydi Mustafa Kemal'in yaptığını yapamazdı, dedim. Akıl var mantık var yahu! Yunan, Batı Trakya'daki Türk'e şapka mecburiyeti getirmedi, Latin harfleri mecburiyeti getirmedi, şeriat mahkemesini kapamadı.
Allah Allah! Gözümüzün önünde misal yahu!
Ben 1978'de senatoda adaydım, Sultan Ahmed Meydanı'nda bağırdım yahu!
Yunan'ın insan hakkıdır diye idare ettiği müslümanlara verdiği hakkı ben buradan istesem şu adliyedeki savcılar yakama yapışır. Bizi idare edenler müslüman; adları Ali, Veli. Onları idare edenlerin gavur; gavurun insafı müslümanın insafından fazla!
Bu ne garabettir yahu!
Ben bunu söyledim.
(...) Cümlenin yarısını alıyorlar; ben:
Keşke Yunan galip gelseydi… demişim. Yahu 'Yunan Mezalimi' diye kitap yazalı elli (50) sene oldu elli (50) sene!.. Adi herifler! Yani bunu görün! Benden başka da Yunan zulümlerini yazan, genç nesillere latin harfleriyle aktaran bir başka yazar yok! Varsa gösterin! Yunan Mezalimi'ni (kitap) ben tamamen Osmanlıca raporlardan çıkardım.
Oldum Yunan dostu!?..
Elli sene evvel Yunan'ın düşman kötülüklerini Anadolu'da icra ettiği mezalimi anlatan ben; oldum Yunan dostu!
Niye?
İşlerine öyle geliyor!"
(Cumartesi Sohbetleri/ 10.11.2018)
Fesli Deli, sözü onu incitiyor. Onu, itibarsızlaştırmak gayesiyle deli, akıl hastası, meczup damgaları vuruluyor. Bunun için dayanakları ise, Ustad Kadir Mısıroğlu'nun, bir dönem Bakırköy Ruh ve Sinir hastanesinde bulunması. Halbuki Mısıroğlu, sırf hapis yatmaktan kurtulmak için yalandan rapor almak için kendi isteğiyle hastaneye yatıyor. Doktoruyla anlaşmalı olduğunu söylüyor. Sonra, çıkan af kanunu ile rapor almasına da gerek kalmıyor.
Bunların açıklamasını defalarca yaptığı halde Türkiyedeki bazı kişi ve gruplar, onu halk nezdinde küçük düşürmek için, 'deli' olarak yaftalamaya ısrarla devam ediyor.
İster istemez:
Neden acaba? diyorsunuz. Neden, delilleriyle konuştuğu halde bu adamın sözleri, kitapları kulak arkası edilmeye çalışılıyor?
Kadir Mısıroğlu bunu,işlerine gelmiyor! diye cevaplandırıyor.
Bütün bunlar Mısıroğlunu çok incitse de o, düşmanının öfkesinin kendisi için rahmet olduğunu söylüyor. Çünkü o, Kur'an'a ve Hz. Peygamber aleyhisselam'a inanmış bir insan.
Onun isteği, İslam kurallarıyla yönetilmekti. Bir müslüman için bundan daha tabi ne olabilirdi? Seksen altı yaşında hayata veda eden bu piri fani, müslümanı müslümanca yaşatmak istemeyen herkese, her şeye meydan okudu. Davasından ölene kadar fire vermedi.
Benim davam bu! dedi.Bu dava bana Allah tarafından verildi, dedi. Ölene kadar davamın savunucusuyum, dedi. Ve ölene kadar da davasını savundu.
5 32ndMayıs 2019, Ramazan ayının birinci günü Hakk'a vuslat etti.
Allah rahmet eylesin!
Nasip olursa diğer yazımda, Kadir Mısıroğlu'nun Mustafa Kemal'i neden sevmediğini yazmak istiyorum.
Ya nasip!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.