Barış KIŞO
Başörtüsü Sorunu ve Kamusal Alan
12 Eylül 2010 demokrasi zaferinin ardından değişim rüzgârları kendisini hissettirmeye başladı. Ülkemizde yıllardır kanayan bir yara olarak milletimize acı veren “başörtüsü sorunu” birkez daha gündeme geldi. Yeri gelince ülkemizin %99’ unun Müslüman olduğunu övünerek söyleyen devlet yöneticileri yıllardır %99’u Müslüman olan bu milleti başörtüsü mağduriyeti ile üzmüşlerdir. İnancının gereği olarak başını kapatmak isteyen vatandaşlar; “bidon kafalılar, yarasal” gibi hakaretlere, dışlamalara, kimi vatandaşlık haklarının gasp edilmesine maruz kalmışlardır. Allah’ın emirlerine duyduğu samimi bağlılık sebebiyle başını kapatmak, ilahi bir emri yerine getirdiği için huzura kavuşmak isteyenler gözyaşlarıyla yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Elleri öpülesi o değerli mücadele insanları değil midir ki; hastane kapılarından, dereceyle kazandıkları üniversitelerin önünden, asker oğlunun yemin törenini izlemek için gittiği kışlanın kapısından, kazandığı yarışmanın ödülünü almak için çıktığı kürsüden sadece başörtülü olduğu için boynu bükük bir şekilde geri döndürülenler?...
İnançlı insanlara bu çifte standardı reva görenler, gençliğin okuma aşkını söndürenler, başarılı geleceklerin önüne duvar örenler bütün bu zulmü neye sığınarak yaptılar? “Kamusal Alan…” Kamusal alanın ne olduğu konusunda herhangi bir tanımın olmamasını fırsat bilen yasakçı zihniyet; açık bir anayasa maddesine dayandıramadığı başörtüsü yasağını her olay için farklı bir gerekçeyle meşrulaştırmaya çalışmıştır. Sözlük anlamı bakımından kamu: herkes, kamusal ise herkes için ortak olan demektir. Hukuk dilinde “kamu düzeni”, “kamu hukuku”, “kamu hizmeti”, “kamu görevlisi” gibi terimler olmasına rağmen, “kamusal alan” yoktur. Yasakçı Zihniyet’ in yorumladığı gibi kamusal alanı; “ kamu otoritesinin geçerli olduğu yer”, “kamu görevlisinin görevini ifa ettiği yer”, “devlet ile toplumun kesiştiği alan”, “kamu görevlisinin bulunduğu yer” olarak tanımladık diyelim. Bu durumda devlet memuru imamın hizmet ettiği ve kamu hizmetinin verildiği camiler, kamu kuruluşu olan belediyelerin hizmet vermiş olduğu; parklar, ana caddeler, kaldırımlar bile birer kamu alanıdır ve başörtülüler giremezler. Bununla beraber; devlet hastaneleri, valilikler, nüfus müdürlükleri, müzeler, sosyal tesisler, vergi daireleri, belediye otobüsleri ve hatta mezarlıklar bile birer kamusal alan değil midir? Bütün bu örnekler göstermektedir ki; keyfi keder yorumlara açık olan kamusal alan tanımlaması ile hakların kısıtlanması hukuksuzluğun ta kendisidir. Çünkü Kamusal Alan hukukun değil, felsefenin konusudur, tamamen yoruma dayalıdır ve kesinliği olmayan bir kavram yasaklama sebebi olamaz. Bu yüzdendir ki başörtüsü kullananlar hukuki bir yaptırıma maruz bırakılamamış, idari yaptırımlarla, sözüm ona cezalandırılmışlardır. Unutulmaması gereken, hakların sınırlanmasının belli kuralları olduğudur. Gerçek bir hukuk devletinde bir hak kısıtlanacaksa; bu kısıtlama her türlü yoruma açık, felsefi bir tanımlamayla değil; anayasa gereği açık, kesin bir kanun hükmüyle yapılabilir.
Hakların kısıtlanmasıyla ilgili olarak Anayasa’nın 13. maddesi gereği Özgürlükler, özüne dokunulmamak kaydıyla sadece ve ancak meclis tarafından çıkartılan bir yasa ile kamu düzeni, genel ahlak, kamu sağlığı gibi sebepler gerekçe gösterilerek, 3. kişileri korumak amacıyla kısıtlanabilir. Anayasa veya yasalarda açık bir yasaklama öngörülmediği müddetçe, bireylerinin kıyafetlerine sınırlama getirilemez. Buradan da açıkça anlaşılacağı üzere; kişilerin en temel haklarından mahrum edilmelerinin; siyasi simge, kamusal alan, laiklik gibi hukuki sınırlama sebebi olmayan yoruma açık terimlerle açıklanması, bizzat Anayasaya aykırıdır. Hukuk devletinde bireyler, birbirinden bağlantısız iki haktan birisini tercih etmek zorunda bırakılamaz. Eğitim görmek ya da bir işi yapmak, eğitim ya da mesleğin niteliği ile ilgili olmayan başını açma şartına bağlanamaz. Bir özgürlük eğer sadece evlerin içinde ve vicdanlarda kullanım alanı bulacaksa, özgürlüğün var olduğundan bahsedilemez. Din sadece insanlarının vicdanlarında yer bulan bir kavram değildir. İnanmak, inandığını da yaşama hakkını beraberinde getirir. Nasıl hiç kimseye “düşünebilirsin ancak düşündüğünü ifade edemezsin” denemiyorsa, “inanabilirsin ancak inandığın dinin gereklerini yerine getiremezsin” demek de mümkün değildir.
12 Eylül Referandumuna kadar Azgın Azınlık; Adalete ve vicdana sırtını dönen hukukçuların(!) ardına saklanarak; milletin evlatlarına “Yapamazsın!”, “Yasak!”, “Ben ne dersem o olur!” demeyi alışkanlık haline getirmişti. 12 Eylülle beraber zulüm çarkının tekerleri arasına bir çomak sokuldu. Artık onlarda, bu hukuksuzluğun daha fazla sürdürülemeyeceğinin farkındalar. Bu sebepledir ki; hata üzerine hata yapanlar; geri adım atmaya ve halkla uzlaşmaya çalışıyormuş gibi görünmeye başlamıştır. Umulur ki uzlaşma ve başörtüsü sorununu çözme söylemleri verenler bu niyetlerinde samimilerdir. İhtilal Anayasası ile yüzleşmekten korkanlar inşallah bu sefer akıllanmışlardır ve yeni oyunların, hile ve aldatmaların peşinde değillerdir.
Bu arada ufak bir hatırlatma yapayım: 2008 yılında AK Parti ve MHP'nin desteğiyle değiştirilen Anayasa'nın 10. ve 42. maddeleri, öğrencilerin üniversitelere başörtülü şekilde gitmesinin yolunu açmıştı. Ancak değişikliğe karşı çıkan CHP, konuyu Anayasa Mahkemesine taşıyarak iptal edilmesini sağlamıştı ve önemli bir nokta ise iptal dilekçesini Anayasa Mahkemesine sunanlar arasında dönemin Gurup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu da vardı. Peki, şimdi ne değişti de Kılıçdaroğlu “Bu sorunu biz çözeriz” nutuklarıyla ortalıklarda dolaşmaya başladı? Değişenin ne olduğu konusu; Büyük Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu değerli sözleriyle daha iyi anlaşılacaktır:
“Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..”
Selam ve dua ile ….
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.