Bahattin KARAGÖZ
BABİL’E VİZESİZ YOLCULUK BAŞLADI MI?
27 Aralık 1937 tarihinde kaybettiğimiz İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy, ‘’Kıssadan Hisse’’ adlı şiirinde şöyle diyor:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
‘’Tarih’’i ‘’tekerrür’’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Tarih, insanlığın beş bin yıllık bir hafızasıdır. Bu bilinen süre içinde insanlık sosyal determinizmin tekrar tekrar yaşanmış örneklerini sergileyegelmiştir. İnsanlık, yaşananlardan ders çıkarmadığı için, tarihin tekerrür etmesine engel olamamıştır.
Bu hakikat zaman zaman hatırlanır, defaatle vurgulanır; ancak önemli şekilde bir şey değişmez. Bizim Karadenizli Temel’in arkadaşı Dursun’la birlikte birkaç kere seyrettiği Western filminde, tutuştukları iddiayı, ilk seyretmede yenik düştüğünü öğrendiği halde, ısrarla sürdürmesi, yeni gösterimde bakalım farklı bir şey olacak mı beklentisi kadar saçma olan bu tarihi süreç, maalesef habire tekrarlanmaktadır.
Tarihte cihan devleti tecrübesi yaşamış pek az millet vardır. İtalyanlar, İngilizler, Makedonlar ve Fransızlar yanında Türkler de bu konuda akla gelen ilk millettir. Türklerin bu özelliği, bütün diğer milletlerin göz önünde bulundurduğu ve şaşmaz şekilde değerlendirdiği bir husustur. Ancak maalesef kendimizin bu yönde bir dikkate sahip olduğumuzu iddia edecek durumda değiliz.
Daha yüz yıl önce 4 milyon km2 toprağı ve 35 milyon nüfusu ile dünyanın 4. Büyük devleti olan Osmanlı Devleti, ne şekilde zayıflatıldı, nasıl parçalandı, diye düşünmekten çok uzağız. Çok dinli, çok milletli ve dolayısıyla çok dilli bir yapıdan (tek devlet ve tek vatan) projesinin yaşatılamayacağı şartlar dış güçler tarafından Osmanlı Devletine reform adı altında dikte edilmiş ve mukadder akıbete doğru yol alması hızlandırılmıştır.
Bugün toplumumuzda o günlerin bütün günahını Jön Türkler ile İttihat ve Terakki Fırkasına fatura edenler, masonlara lanet yağdırarak birikmiş öfkelerini hafifletmek isteyenler, ibretle görülmektedir ki, o günlerin hatalarını bugünün rahatlama ve çözüm getirme formülü olarak sunmaktan kaçınmamaktadırlar. Hatta o günün çaresizliği içinde dayatılan şartları kabul eden yöneticilere karşılık, bugün sadece dışarıya şirin görünmek ve belki dış güçlerin içimizdeki kargaşayı körüklemekten vazgeçebileceğini ummak gayretkeşliği ile, hiç de mecbur kalmadan gönüllü olarak bazı uygulamaları hayata geçirmek talihsizliğini kabul eden yöneticilerimiz söz konusudur.
İşte günümüzün çift dilli yönelim tartışmaları böyle bir konudur.
Önce Güroymak’a Norşin dedik, böylece diğer yer adlarının da değiştirilebileceğine yeşil ışık yaktık.(Diyarbakır’ı Diyarıbekir yapmak kesmeyecek, Amed olsun diyecekler). Sonra kişi adlarında istenen her adın alınması hoş görüsünü yaygınlaştırdık. Kendi aralarında tek bir lehçe ile anlaşamayan Kürt vatandaşlarımıza ortak bir lehçenin yaygınlaşması için, devlet eliyle TRT Şeş gibi bir kanalla yayın başlattık. Belediye armalarını emsal alıp bütün bir bölgedeki belediyelerin ortak bir amblem altında tek bayrağa doğru yol almalarına giden sürece yol verdik. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi paravanı altında yerel güvenlik güçlerinin oluşturulmasını kabul edecek bir noktaya geldik. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde şimdilik iki dilli, yarın muhtemelen Türkçe dışında tek dilli bir yapının her yerde yaygınlaşmasına göz yumacağımız izlenimini vermekten kaçınmadık. BDP’liler, TBMM’de kürsüden Türkçe konuşmayı lütfetsinler, diğer uygulamaları sineye çekilir, dercesine bir tavır ortaya koyduk.
Bizim Kürtçülerimiz Talabani’den bile hızlı ve baskın çıktılar; kendilerine verilmiş Kürt sözcülüğü hakkı ile bölgeden hiçbir sivil toplum kuruluşu ve cemaatin aykırı açıklamasını k’ale almayacak ve muteber saymayacak bir üstünlükle davranmayı kendi hakları olarak bellediler.
Şimdi destek platformunu büyütmek için, başka dillere de aynı hakkı bağışladıklarını ileri sürüyorlar. Bu yapılanlar milleti, ülkeyi bölmezmiş!. Asıl bunlar yapılmazsa bölünürmüşüz!. 2011 Haziran Genel Seçimlerinden sonra nasıl yapılacağı epeyce anlaşılmış olan Yeni Anayasa’nın toplumsal özgürlük ve hakları genişletmesine gerek kalmadan, sabırsızca şimdiden böylesine oldu bittilerle milletimizin gündemini işgal etmeleri kötü bir sürecin yaygınlaşabileceği izlenimlerini vermektedir.
Türkiye’de sadece Kürtler farklı anadil sahibi değildir. İrili ufaklı bütün gruplar bu konuda hak istemek durumundadır. Boşnakça, Arapça, Çerkesce, Arnavutça, Rumca, Farsça,Ermenice, Gürcüce, Hırvatça, Sırpça,…gibi pek çok ana dil sahipleri de benzer istekleri ortaya koyarlarsa, Türkiye tam bir Babil Kulesi’ne döner. Her dilin konuşulduğu, fakat hiç kimsenin birbiriyle anlaşamadığı bir ortamı kendi ellerimizle hazırlamış oluruz. .
Babil Kulesi Hikayesini hatırlayalım:
Hz. Adem’den, Babil’e kadar tek bir dil kullanılıyor, herkes anlaşıyordu. Ancak Firavun Allah’a yaklaşmak için Babil kulesini yapınca, Allah kızıyor, dillerini karıştırayım da, benimle uğraşacaklarına birbirleriyle uğraşıp, kavga etsinler diyor ve o kavgalar neticesinde Babil Kulesi yıkılıyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bu iş, Türk toplumu için hayırlı bir iş değildir. Farklı farklı dilleri günlük hayatımızda yaygınlaştırmak, bizi birbirimizi anlayamayacak, bizi birbirimizle uğraştıracak hale getirir. Biz birbirimizle uğraşınca, şimdiye kadar olduğu gibi, Avrupa ile yarışmayı ve uğraşmayı bırakmış olacağız. Galiba Avrupa’nın ve ABD’nin de bizden istediği budur.
Türkiye, olmayana ergi metoduyla yol alacak, riske atılacak her hangi bir dünya ülkesi değildir. Önce ikili dille, sonra çoklu dille bu milletin enerjisini boşa akıtmakla zaman tüketmemeliyiz.
Bu yüzden iktidar yarışında bu farklı dil istekleri, 2011 Haziran Genel Seçimlerinin en büyük belirleyici konusu olacaktır.
İnşaallah Allah’ın gazabını hak edecek sonuçlarla karşılaşmayız.
Selam ve saygılarımla…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.