Asırlık Paradoks Müslüman Laiklik

Şehitlerin ruhuna hürmeten..
 

 

Olgulara hak ettiği değeri vermek ve sahip çıkmak elzem.

Aktörün, neyi nasıl gördüğü yıkıcı ya da kurucu bir imkân var eder.

“Yeri, göğü ve arasındakileri boş yere yaratmadık.”

Bu ayet, Kur’an’da üç kez tekrar eder.

Değerini bilmeyenin hakkını kimse teslim etmez.

15 Temmuz’da da durum budur.

O güne hürmette kusur etmeyecek, olgu olarak sımsıkı sarılacağız.

Cengiz Aytmatov’dan ilhamla “gün olur asra bedel.”

“Özne”; bu kurucu ve doğurgan değerin felsefesini ivedilikle inşa etmeli. Bağımsız devlet ve millet olmak için gerekli olan “sıfır noktası” bulundu.

İhmal, erteleme yok.

15 Temmuz kimdeyse, gâlip de kurucu da odur.

Ülkedeki tüm ideolojik yapılar, bir yönüyle bu ruhun gerisine düştü.

Birçoğunun bedel ödemeye ve alışkanlıklarını değiştirmeye niyeti yok, taktiksel davranarak günü kurtarıyorlar.

Her birinin ayrı ayrı canı yanmazsa 15 Temmuz inşa edilmez.

Yazının asıl muhatabından başlayalım:

“Hâkimiyet Allah’ındır.

İslam devleti kuruluncaya kadar cihat farzdır.

Şeriat gelecek zulüm bitecek.

Laiklik küfürdür.

Cumhuriyet batıldır.

Vatan vurgusu cahiliyedir.

Anayasa Kur’an’dır.

Müslümanın Müslümandan başka dostu yoktur.

Yakıcı sorunlara dokunmadan yol alınmaz.

Düne kadar yukardaki ülkü ve sloganlarla meydanlara akan, tağuti TC rejimine karşı mücadele veren, bu sonuçları üreten kaynaklardan beslenenlerin imtihan zamanı.

Fiili duruma ayak uyduruyormuş gibi görünmek yetmez.

Yüzleşmeden hakikat doğmaz.

Ne oldu da bir İslamcı, ‘hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır’ dan ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’e evirildi?

Dinî kaynaklarla ikna edici çözümlemeler yapmadan, içselleştirmeden yürünen yol muteber olmaz.

Rasyonel şartlar; İslamcıyı, dindarı ve muhafazakâr çekirdek kitlenin önemli bir kısmını takiyeye zorluyor olabilir mi?

Kimsenin kafasının arkasında, görünenden başka bir mekanizma işlememeli.

İçi dışı bir olmalı.

İslamcılık, soğuk savaş ıstılahlarını tek tek önüne koymalı.

Köprünün altından nice sular aktı.

Küreselleşme, geleneksel değerleri hem mahiyet hem form olarak değiştiriyor.

Modernite, hayatî önemde nice mikro olgu var ediyor.

Türkiye bunlardan nasibini fazlasıyla alıyor.

Buna rağmen muhafazakâr müntesipler; eski kavramlarla trendi izah etmeye çabalıyor.

Hakiki ulemayı tenzih ederek, onlarca din hocası; kürsülerde nice yeni karmaşık sorunu, 9. yüzyıldan delil getirerek bir çırpıda çözüyor(!)

Gen transferi, nükleer enerji, uzayda yaşam, inovasyon fark etmiyor. Aynı kelimeler hepsine yetiyor!

Çağdaş yönetim sistemlerini kritik ederken de üslup aynı.

Sanki İslam’ı, gün geçtikçe daraltılan bir dairenin içinde tutmak gibi bir misyonları var!

Çoğunda şaz takiye hükmü de cabası. Modern hayatta takiye sonsuza kadar haram kalmalı.

Bir Müslüman, iç dünyasında başka çarşıda-pazarda, aile içinde, mahallede, işte, bürokraside, hazır olduğunda ve ayrı kaldığında başka yaşamamalı.

Tüm zamanlarda da en değerli insani haslet “güven” olmaya devam edecektir.

Fetullahçılığı, FETÖ operasyonundan önce bitiren ikiyüzlülüktü.

Kutsalın arkasında ağır bedelli nice güncel problem var.

Şekli esas alan bakış açıları değişmeli. Olgusallık ve mahiyet önemli olmalı.

Laiklik kavramını antropolojik dil yapısına hasretmeden bu topraklara has ve özgün bir içerik kazandığını fark etmeli.

Genelde İslam toraklarındaki özelde Türkiye’deki laikliği yeni bir düşünsel çerçeveye oturtulmalı.

Müslüman topluluklarda laik yaşam tazını sürdüren kitlelerin biçimlendirdiği sosyoloji bugün önümüzde fikrî sahipsizlik içinde.

Baş kuma gömüldüğünde bazı gerçeklikler yok olmuyor.

İslam toprakları, Müslümanlar ve laiklik, “Müslüman laiklik” ateşten gömlek, kabul ya da redde dayalı bir öneri değil; bir vaka, bir kimlik, sosyal bir fotoğraf.

Merkeze yaklaştırılmadıkları dönemde, kendisine yapılan ötekileştirmeyi bugün ters işleterek, toplumsal yarılma algısına malzeme verilmemeli.

Küfü eşeleyerek çözüm aramaktan vazgeçmeli. Dünün travmasını aynı öz ve aynı heyecanla bugüne taşımanın kimseye faydası yok.

İslam uleması; aynı konuda farklı bölgelerde birbirine ters nice fetva verdi ama bizim İslamcıların kimi sabit fikirleri 14 asırdır değişmiyor!

İslamlığı “kaynakçılık” ayaklarından tutup aşağı çekiyor.

Mazide, tevhit-şirk, iman-küfür, İslam-Cahiliye vardı.

Genellemeci Müslüman hafıza şimdi hepsine birden Laiklik diyor.

İslamcılığa sirayet eden düalist bir kod, hemen her olguyu iki şıkta kategorize etme refleksine neden oluyor.

Bir olgunun başında “İslami” kelimesi yoksa rahatlayamıyorlar.

Laik toplum, bize dair bir olgu ve kendi realitemiz:

Milletin bir bölümü kendini böyle tanımlıyorsa kimsenin buna diyecek sözü olamaz.

Bazıları ısrarla, toplum, peygamberin tebliğine ‘şimdi ve bizzat’ muhatap olmuş gibi davranarak İslam’ı kabul ya da inkâr eden şeklinde havai ayrım yapıyor. Bu söylem durup dururken sıradan bir vatandaşa Müslüman olmadığı hissi yaşatıyor.

Derinlerdeki bu alil bakış tashih edilmeden sağlıklı bir topluma ulaşmak güç.

Önce İslamcılar, şuurlu ve basiret sahibi olsun ki davetleri karşılık bulsun!

İslam’a bağlanmanın bin bir yolu var, her nevzuhur İslamcı bu zenginliği tek tipleştirmeye çalışıyor.

‘En hakiki İslam benim’ dedikçe ötekileştirme bitmez.

Fetullahçılık, IŞİD, Taliban’ı salt terör olarak kodlamak el hâk doğru ama mahiyetin İslamcılığa vuran akisleri görmezden gelinemez.

Bu toprakların lokomotif siyasi akımı bundan sonra da İslami hareketler olacak.

Yeni dönem Laiklik teorisinin geliştirilmesine bizzat İslamcılar öncülük etmeli, olgunlaşmasını kolaylaştırmalı.

Gerçekleştirilebildiğinde bu netameli mevzu “kökünden” çözülür. Adına başkası yaparsa otomatikman gayr-ı meşru bir çapraza düşer.

Batı’nın, Laiklik üzerinden yapmaya çalıştığı rafine Kolonyalizm de böylece ofsayta düşer.

İslamcılık bu topluma, bu devlete, bu vatana hayati bir katkı sunmak istiyorsa Laikliği olgusal düzeyde tartışır. En geniş tabanlı insicam için proaktif olur. Laik dendiğinde tüyleri diken diken olmaz. Kalbinde ve vicdanında yer açar. Ünsiyet gösterir.

Sekterliği frenler.

Dönemin koşullarında yazılmış geçiş evresi kaynak eserleri içinde bir ömür tüketip birdenbire ortaya çıkarak aynı ruh haliyle günün koşullarına yön vermeye kalkışmaz.

Hala o kabulü varsa kendi İslami devlet tezini, Türkiye devlet yönetimine önerir ama dayatmaz, dayatana da mültefit olmaz.

Bu politik tezin, ancak her ferdin gönülden onayladığı, arındırılmış teritoryal zeminde mümkün olacağını bilir.

Bunun için:

Hz. Peygamber’in (AS) imza attığı Medine Vesikası’nı okuyarak, Hz. Yusuf’un Mısır kralının yanında ömrü boyunca bürokrat olduğunu düşünerek, Mekke’den Habeşistan’a hicret edip Hıristiyan hükümdar Neccar’ın yönetimi altında yaşayan, onu devirmek için örgütlenmeyi akıllarına dahi getirmeyen, Medine Devleti kurulduğunda bile bazılarının gelip bazılarının orada kaldığı sahabe vizyonunu etüt ederek müsterih olabilirler.

Kıtalar arası referans ve çekim merkezi olmanın dinamiği ve dinamosu budur.

omeraltass@gmail.com
twitter.com/omraltas
www.facebook.com/Ömer Altaş

Önceki ve Sonraki Yazılar