Dr. Mahmut TOKAÇ

Dr. Mahmut TOKAÇ

Ablam Nurver (Tokaç) Oralgül

Bugün 9 Kasım. Merhum ablam Nurver (Tokaç) Oralgül’ün vefatının üzerinden tam bir yıl geçti. Bu vesileyle ablamla ilgili hatıralarımı kaleme almak istedim.

Ablam ilk çocuklarıydı annemle babamın, bense sonuncusu. 7 yaş büyüktü benden. Hep saygıyla bakmışımdır ablama. Annemin vefatından sonra ise anne vekili olarak görmüşümdür.

Ben ilkokulu bitirdiğimde o da liseden mezun olmuştu. Samsun’a Öğretmen Enstitüsünde okumak için evden ayrıldığında, bir yıl önce Çorum’a Öğretmen Lisesine giden Tuncer abimden alışık olmama rağmen ayrılışını kabullenmem zaman almıştı. Tatillerde eve gelişini özlemle beklerdim. Geldiğinde de bana ufak tefek hediyeler getirmeyi hiç ihmal etmezdi. Kısa tatiller bittiğinde ise gidişine çok üzülürdüm.

Öğretmen olunca ilk görev yeri Bingöl Lisesi idi. Bir süre Bingöl’de öğretmenlik yaptıktan sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini kazanınca Trabzon merkeze bağlı Uğurlu köyüne tayin oldu. Son sınıfa geldiğinde komşuları olan bir banka müdürünün kuzeni olan Vedat eniştem ile tanışıp evlendiği ve Ankara’ya taşındığı için çok sevdiği okulunu bırakmak zorunda kaldı. Evlendikten sonra Demetevlerdeki evi Ankara’ya yolu düşen yakınlarımızın uğrak noktası olmuştu.

1984 senesinde bir yarışmaya göndermek üzere Ünye’nin eski alimlerinden Hacı Yusuf Bahri Efendi ile ilgili bir biyografi denemesi yapmıştım. Şimdilerde tamamen yok olmuş olan medresesini görenlerin ifadelerine dayanarak çizmek istiyordum ama resim yeteneğim hiç olmadığı için benim çizme şansım yoktu. Ablam mimarlık son sınıfa kadar okuduğu ve resmi de güzel olduğu için ondan rica ettim. Bütün anlatılanlardan yola çıkarak kara kalem bir çalışma ile medreseyi resmetti. Ben de o resimle birlikte makalemi yarışmaya gönderdim. Ancak o yarışma bir türlü sonuçlanamadı ve makalemle birlikte o resmin akıbetinden haberim olmadı. Yıllar sonra makalemin Ünye Çağrı Gazetesinde başka isimle yayınlandığını gördüğümde heyecanla o resmin olup olmadığına baktım ama ne yazık ki resim ortalıkta yoktu. (Bu makalenin hikayesini bir yazımda anlatmıştım.)

Ablam birkaç sefer düşükle sonuçalanan hamilelikler geçirdi. Bir hamilelik döneminde Ünye’de karşılaştığımda hipertansiyonu ve bacaklarında ödemi olduğunu görüp gebelik zehirlenmesinin (eklampsi) ön şekli olan preeklampsiden şüphelenip Ankara’ya dönünce mutlaka doktora gitmesini önermiştim. Biraz ihmalkâr davranıp iyice rahatsızlanınca Hacettepe Tıp Fakültesinin acil servisine başvuruyor. Orada kendisini muayene eden muhtemelen son sınıf öğrencisi -intörn doktor- bir arkadaş (Hacettepe’de ilk karşılamayı genellikle intörnler yaptığını bildiğim için bu şekilde tahmin yürütüyorum) eklampsinin üç bulgusundan ikisi (hipertansiyon ve pretibial ödem) olup üçüncüsü olan idrarda protein (proteinüri) bulgusunu göremeyince önemli bir durum olmadığını ifade ederek eve gönderiyor. Bir asistan veya uzmana danışsa idi eklampsiden şüphelenip gözlem altına alınırdı ama ne yazık ki danışmıyor. Ablam o gece evinde eklampsi krizi geçiriyor ve hem bebeğini kaybediyor hem de kendisi komaya giriyor. Bu yüzden Ankara Numune Hastanesinde uzun süre yoğun bakımda yatmak zorunda kalmıştı.

O dönemde ben Erzincan’da mecburi hizmetimi yapıyordum ve her Cuma akşamı otobüse binip Ankara’ya geliyor, ablamın tedavisiyle ilgili gelişmeleri takip ediyordum. Pazar akşamları tekrar otobüse binerek Pazartesi sabah Erzincan’a varıp mesaiye başlıyordum. Bu durum bşekilde epey devam etti. O zamana kadar otobüs yolculuklarında bir alışkanlığım vardı. Mutlaka önlerden yer alır ve tüm yolculuk boyunca sanki otobüsü ben kullanırmışım gibi yolu ve şoförü takip ederdim. Bu süreçte gece seyahat edip gündüzünde hastanede mesaiye devam etmem dolayısıyla bu alışkanlığımı değiştirmek zorunda kaldım. Daha otobüse bindiğim zaman gözümü kapatıp seyahatimi uyku ile geçirip ertesi gün uyanık kalmaya alıştım. Bu alışkanlığım halen devam ediyor.

Eklampsi olayından dolayı ablamda aşırı yüksek tansiyon kalıcı hale geldi. Doktorların hamile kalmasını kesinlikle uygun bulamamalarına rağmen bir çocuğunun olmasını çok arzu etti ve yeğenim Gülce’ye hamile kaldı. Sürekli kontrol altında bir gebelik döneminin altıncı ayından sonra Hacettepe’ye yatırılarak takip edildi ve yedi aylık olunca sezaryen ile doğum gerçekleştirildi. Prematüre olan Gülce Hacettepede kuvözde tutularak gelişimini tamamlaması beklendi. Maalesef bu sefer de Gülce neonatal menenjit (yenidoğan beyin iltihabı) oldu. Bu sefer onun için İstanbul’dan Ankara’ya gidiş gelişlerim başladı. Menenjit dolayısıyla kafa içi sıvısı arttığı için bu sıvıyı karın duvarına boşaltacak bir sistem (şant) takıldı ve erişkin hale gelinceye kadar yeğenim bu şantla yaşamak zorunda kaldı. Şantlı yaşamın bir zorluğu sürekli şantın çalışır olduğunu kontrol etmektir. Ablam da Gülce erişkin hale gelip şantı çıkarılıncaya kadar sürekli onu koruma duygusuyla hareket etti.

Ablam Gülce’ye hamile olduğu dönemde ilk kızımız Zişan henüz 3,5 aylık iken Ankara’ya Tıpta Uzmanlık Sınavı TUS’a girmek üzere hanım ve Zişan’la birlikte gelmiş idik. Ablamlarda otururken Zişan gözlerini hepimizin üzerinde gezdirip ablamla göz göze gelince kahkaha atıyor, sonra yeniden bizlere doğru bakıp ablama gelince tekrar kahkaha atmaya başlıyordu. Bunu birkaç sefer tekrar edince ablam gülme krizine girmişti.

Yine Zişan’ın henüz yeni konuşmaya başladığı zamanlarda ablam İstanbul’a geldiğinde hanımla birlikte Zişan’ı da alarak evin hemen yakınında kurulan semt pazarına çıkmışlar. Zişan her gördüğü ve adını bildiği şeyi adını söyleyerek; “Zişan şunu ittiyo (istiyor’u bu şekilde söylüyor), Zişan bunu ittiyo” diyerek pazarda dolaşmışlar. Uzun bir süre ablamın diline pelesenk olmuştu Zişan’ın bu sözü.

Erzincan’dan İstanbul’a tayin olup yoğun bir tempoda çalışmak zorunda kaldığım dönemlerde hastalık zamanları hariç Ankara’ya gidişlerim azaldığı için eskisi kadar sık görüşemez olmuştuk. 2003 yılında Sağlık Bakanlığında İlaç ve Eczacılık Genel Müdür Yardımcılığı görevine atanınca, ilk üç ayı evi taşımadan hafta başı Ankara’ya gelip hafta sonu İstanbul’a dönerek geçirdim. Bu dönemde Ankara’daki iki ablam ve abimlerde kaldım. Belki de ablamla en fazla zaman geçirdiğim dönem bu süreçti. Yemek yapmayı çok sevdiği ve benim de hangi yemekleri sevdiğimi bildiği için benim olduğum akşamlar mutlaka en sevdiğim yemekleri yapardı.

Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve ilk başladığım günlerde Genel Müdürlükte daha önceden çalışan bir arkadaş beni uyarma ihtiyacını hissetmiş olacak ki “Ankara’ya hoş geldin, şimdi kenara para koymaya bak, çünkü buradan ayrıldıktan sonra mahkemelere para yetiştirmek zorunda kalacaksın.” demişti. Ben de ona “Ben aldığım maaşla zaten zor geçiniyorum, nasıl kenara para koyabilirim?” diye sorunca “Malı götüreceksin.” demişti. Ben “Öyle bir şey yapmam.” diye mukabelede bulununca da “O zaman yandın.” diye cevap vermişti. O akşam ablamda kaldım. Ona bu konuşmayı aktardığımda “Sen de götürürsün malı.” deyince bir anda afalladım. “Benim ablam nasıl olurda bana böyle bir sözü söyleyebilir? Uzak kaldığım zamanlarda ailemizden aldığımız dürüstlük karakterimizi kayıp mı etmiş?” diye düşünüp müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Tam o esnada bir anda ciddileşip sert bir üslupla ve Ünye ağzıyla konuşmaya başlayıp; “Bana bak lan, öyle bir şey yaptığını duyayım, önce ben seni ellerimle boğarım.” dedi. Ondan bu sözleri duyunca son derece rahatladım ve bizleri bu şekilde yetiştiren ailemize ve en çok da bir yazıma da konu ettiğim rahmetli anneannemize dualar ettim.

Ablam hediye vermeyi çok severdi. Her vesile ile yakınlarına ve tanıdıklarına küçük de olsa hediyeler vermek adetiydi. Bizim kızlara da her vesileyle hediye verirdi. Bir seferinde bizim kızlardan biri hediye paketini açınca “Hala, yine mi çorap aldın bize?” demişti ve böylece adı “Çorapçı Hala” olarak kalmıştı.

Rahmetli annemin hastalığı döneminde kardeşler olarak ikişer ikişer nöbetleşe anneme refakat ediyorduk. Ben ablamla eşleşmiştim ve nöbet boyunca hem annemle hem de ablamla uzun sohbetler etmiştik. Benim doğum günüm olan 12 Mayıs sabahı uyandığımızda ablam “İyi ki doğdun Mahmuuutt” diye batıdan aktarma doğum günü şarkısıyla benim doğum günümü kutladığında, daha birkaç günlük ameliyatlı ve ıstırabından zor konuşan annem de “İyi ki doğurmuşum seni Maamiiitt” diye şarkıyı reforme edince çok gülmüştük.

Son zamanlarda rahatsızlıkları artmıştı. Özellikle böbrek fonksiyonları bozulmaya başladığı için diyalize ve hatta böbrek nakline kadar gidebileceği söylenmişti Ankara’da. Bu durum onun moralini çok bozdu. Özellikle nakil ihtimalinden korkmaya başlamıştı. Ben İstanbul’a gelmesini ve Ünye Lisesinden sınıf arkadaşım olan Nefroloji uzmanı Elbis Ahbap’a görünmesini önerdim. O da kabul etti ve İstanbul’a gelip Elbis’e muayene oldu. Tetkikler yapıldıktan sonra Elbis’in durumunun o kadar da kötü olmadığını söylemesi üzerine rahatladı ve o rahatlıkla önce Ankara’ya sonra da Datça’ya gitti. Belli periyotlarla böbrek fonksiyonlarının kontrol edilmesi gerekiyordu. Ankara’da gidebileceği yerler olmasına rağmen yazı geçirdiği Datça’da bu imkanların olmaması onu tedirgin ediyordu. Ankara’da İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğünde birlikte çalıştığımız Altuğ Görkem Kurtoğlu’nun Datça’daki hastanenin müdürü olduğunu öğrenince çok sevindim ve Altuğ’u arayıp ablamı kendisine emanet ettiğimi söyledim. Ablam Datça’ya gidince Altuğ’la tanışıp hastanede kontrollerini yaz boyunca yaptırabildi ve bütün yazı o rahatlıkla geçirdi. Ben her seferinde arayıp durumunu sorduğumda benim vasıtamla Altuğ’a teşekkürlerini iletiyordu.

Kızım Zülal Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden mezun olup mecburi hizmeti Bitlis Devlet Hastanesine çıkınca atama kararı gelmeden önce bir gidip ortamı görelim diye 9 Kasım 2017 tarihinde hanım ve Zülal’le birlikte Bitlis’e gitmiştik. O gün Sağlık Müdürlüğü ve Hastaneye gidip hem yetkililerle görüşmüş hem de ortamı görmüştük. Öğleden sonra da Ahlat’ı gezmeye gitmiş akşam konaklamak üzere Bitlis İl Sağlık Müdürlüğü Misafirhanesindeki odamıza gelmiştik. Ama ne yazık ki ablamın rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldığı haberini o akşam abimden aldım. Kalbinin durduğu ve masaj yapılarak hastaneye kaldırıldığı bilgisini edindim. Hastanedeki yeğenime ulaşıp beni doktorlarla görüştürmesini söyledim. Bir bayan doktor bana masaja devam ettiklerini ama pupilla refleksinin alınamadığını söyleyince bir hekim olarak ablamın öldüğünü anladım. Hemen uçak aramaya başladım. En erken bulabildiğim uçakla Diyarbakır üzerinden Ankara’ya dönerek ablamın defin işlemlerine refakat ettim. Gasılhanede yüzüne baktığımda gülümseyen ve pırıl pırıl bir yüzle karşılaştım. Halbuki kalp krizi sonucu ölenlerin yüzlerinde morarama ve sıkıntılı bir yüz hali ilk göze çarpan özelliktir. Ablamda bundan bir eser yoktu. Tam tersi mutlu bir insanın yüz ifadesi vardı. Cenazeyi defnederken hemen yanına 5-6 yaşlarında bir çocuk da defnedildi. Bu esnada aklıma hacda iken duyduğum bir anekdot aklıma geldi. Medine’de vefat eden herkes Cennetü’l-Bâkî denilen ve hemen Mescid-i Nebevî’nin yanı başındaki kabristana defnedilirmiş. Bir cenaze defnedilirken aynı anda bir çocuk cenazesi de varsa ikisi birlikte aynı mezara defnedilirmiş. Anekdotu anlatan kişi gerekçe olarak da sorgu melekleri geldiğinde yanında masum bir çocuk olan mevtayı sorgulamaktan meleklerin haya edeceği yönünde bir anlayışın olduğunu söylemişti. Ablamla aynı kabre konmasa da hemen yanındaki kabre böyle bir masum çocuğun defnedilmesi dolayısıyla ablamın da aynı kategoride değerlendirilmiş olduğunu ümit ederim.

En çok korktuğu şey yatalak olup birilerine yük olmaktı. Rabbim onu kimseye yük olmadan huzuruna aldı.

Eskiler yaşları sorulduğunda peygamber efendimizin vefat ettiği yaş olan 61 (Hicri olarak 63) yaşını geçmişlerse “Haddi aştık.” derlermiş. Ablam tam tamına 61 yaşında iken vefat etti. Yani eskilerin tabiriyle “Haddi de aşmadı.” Ben onun iyilerden olduğuna şahitlik ederim. İnşallah rabbim rahmetine erdirmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum