Yavuz Sultan Selim ile konuştuk!
Feyza Öztürk, Yavuz Sultan Selim ile hayâlî bir konuşma yaptı. Bakalım nelerden bahsetmiş Sultan Selim..
İstanbul’daki Hak dostları, Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerinde geçen, “Sin, Şın’a girince benim kabrim bulunacak!” cümlesini, Sin’den muradın ‘Selim’, Şın’dan muradın ise ‘Şam-ı Şerif’ olacak şekilde tevil ettikten sonra, Yavuz Sultan Selim’in Şam’ı fethiyle İbn Arabî’nin kabrinin bulunacağı haberini verdiler.
Bunun üzerine Şam’ın fethinden sonra, Suriye ve Filistin havalisinin idarî düzeni ile meşgul olma ve Şam’ın tarihî mekânlarını gezme bahanesiyle, Şam’da bir süre kalarak İbn Arabî’nin kabrini aramaya koyulan Sultan Selim beklenmedik bir olayla karşı karşıya kaldı.
İşte o söyleşi!
Geçtiğimiz günlerde padişahlarımızın dokuzuncusu olan Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethiyle İstanbul’a döndü. Kendisiyle yaptığı Mısır seferi hakkında söyleşi yapmak için sarayına gittik. Osmanlı şerbeti eşliğinde gerçekleşen hoş sohbeti buyurun dinleyelim.
- Efendim öncelikle tebrik ederiz. Sina çölünü geçerek Mısır’ı fethettiniz. Bu muhteşem seferinizin arkasında bir takım hikmet-i İlâhiye yatmaktaymış. Bunu dünyabizim ekibiyle paylaşır mısınız?
- Öncelikle Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senalar olsun. Her şey O’nun izniyle oldu.
Şam’da tam üç ay kaldık. O büyük zatın kabrini bulabilmek, en azından kabr-i şerif hakkında bilgi toplamak için tebdil-i kıyafet ile halkın arasına karıştım. Fakat hiçbir sonuç çıkmadı. Son bir defa şansımı denemek istedim ve tekrar kıyafetimi değiştirerek halkın içine girdim. Yol üstündeki hamamı fark ettim, içeri girdim. Hamamda bir ihtiyar hariç kimse yoktu. Ben de sessizce bir kenarda yıkanmaya başladım. O sırada ihtiyar, hamam tasını kurnanın kenarına vuruyordu, tellak çağırmak için… Tası uzun bir süre kurnaya vurmaya devam ettiği halde hiçbir tellak yoktu. Ben de, “Nasıl olsa benim kim olduğumu bilen yok, gideyim şu ihtiyara yardım edeyim” dedim.
Hızır (a.s.) imiş meğer
- Baba! Galiba tellak çağırmak için şu tası kurnanın kenarına vuruyorsun değil mi?
- Evladım pek tabii tellak çağırıyorum, deyince:
- Ondan talebin nedir, diye sordum.
- Ne olacak oğlum, sırtımı keselettirecektim.
- İstersen ben senin sırtını keseleyebilirim, dedim.
İhtiyar, “Memnun olurum” deyince kalktım ve bol köpüklü suyla sırtını keselemeye başladım. Bunu yaparken de ihtiyarla konuşma ihtiyacı hissettim:
- Baba! Sen gençliğinde bir Hak dostuna hizmet etmedin veya muhtaçlara yardımda bulunmadın mı ki, şu hamam tasını dakikalarca kurnaya vurduğun halde bir tellak gelip de senin ihtiyacını görmedi?
- Hele başımdan aşağıya bir tas su dök de gözlerim açılsın, bunun cevabını vereyim.
Cihan Sultanı bana tellaklık eder miydi?
Birkaç tas su dökerek yüzünü ve gözünü sabundan arındırdım ve heyecanla ihtiyarın cevabını bekledim. Derken konuşmaya başladı:
- Bak! Senin vücudunda tam yedi tane ben vardır. Onları sana göstereyim, dedi. Öyle şaşırdım ki gayri ihtiyarî “Allah Allah” deyiverdim. İhtiyar devam etti:
- Eğer ben gençliğimde bir Hak dostuna hizmet etmemiş olsaydım veya etrafımdaki muhtaçlara yardım etmeseydim; bunca tellak varken, onlar, bunca çağırmama rağmen gelmeyince iş başa düştü diyerek koskoca Cihan Sultanı bana tellallık eder miydi?!
Bunu duyunca ihtiyarın sıradan bir kimse olmadığını anladım ve “Sus!” diyerek elimle ağzını kapadım. Tabii sonra bu hareketimden ötürü biraz pişman oldum:
- Hadi benim tebdil-i kıyafet gezen bir sultan olduğumu bildiniz diyelim, o da kolay bir şey değil ama, vücudumda yedi ben olduğunu nereden bildiniz?! diye sordum, çünkü beni ilk defa görüyordu.
- Senin annen, Dulkadiroğlu Şehsuvar Bey’in kızı Gülbahar Hatun mübarek bir kadındı. Şimdi Trabzon’da, İmaret Camii’nin yanında, ebedî istirahat halindedir. Makamı cennet olsun. Sen ondan duymadın mı? Doğduğun 10 Ekim 1470 tarihinde Amasya’daki evinizin kapısına bir fukara derviş gelip, “Bu gün bu evde bir şehzade dünyaya gelecektir. Onun vücudunda yedi ben vardır. O padişah olacak ve yedi devleti ortadan kaldıracak” haberini vermiştir. O derviş, bu sözleri konağınızın kapısını açanlara söylerken sen doğmak üzereydin. İşte bu sır, o sırdır. Bu biliş, o biliştir. Sen bu vakayı rahmetli annenden duymadın mı, dedi.
- Evet efendim, çocukluğumda duymuştum. Fakat unutmuşum. Anam sık sık, “Derslerine çok çalış, iyi yetiş!.. Sen padişah olup ümmetin mesuliyetini üzerine alacaksın”, derdi.
Evet, taa Mısır’dan gelen haberi dinliyorduk. Hepimizin kulağı sultandaydı. O kadar güzel anlatıyordu ki, şerbetlerimizi içmeyi unutmuş pür dikkat onu dinliyorduk:
Sina’yı geçeceksin. Önünde de…
- Gerçekten Sina Çölü’nü geçip geçemeyeceğim hususunda endişelerim vardı. Böyle kalp gözü açık bir adamı yakalamışken, Kahire’ye ulaşıp ulaşamayacağımı sormak istedim:
- Efendim, siz belki de zamanın kutbu veya Hızır’sınız. Bana bu kadar askerle Sina Çölü’nü geçip geçemeyeceğim hususunda bir müjdeniz olur mu, diye sorunca, ihtiyar:
- Sultanım, Efendim!.. Size bu hususta iki müjdem var. Hiç çekinmeden yola giriniz. Siz, çölün hududuna gelmeden bir gün evvel şiddetli bir yağmur yağacak, bununla çölün kumları sıklaşacaktır. Toplarınız da, askerleriniz de kumlara batmadan, kolayca, korktuğunuz kum sahrasını geçecektir. Zira başta Peygamberimiz (s.a.v), yanında dört büyük halife olduğu halde sizin önünüzde yürüyecek ve ordunuz en kestirme bir yoldan, hem de emniyetle Kahire’ye ulaşacaktır.
Bazı sırlara vâkıf oldum
Sözün bu noktasında atıldım:
- Ben onları görebilecek miyim?
- Şu anda beni gördüğün gibi onları da aynen göreceksin!.. Korkma, atından in ve edeben onları yaya olarak takip et! Bu sana verebileceğim müjdelerin birincisidir. İkincisine gelince, Kahire’ye vasıl olduğunda sana tarihimizin mukaddes emanetleri teslim edilecek. Bunlar arasında iki tanesi sana müjde ihtiva etmektedir. Onların biri, eski bir Mısır tabletidir. Onun üzerinde, senin Mısır’a girerek hilafeti devralacağın yazmaktadır. Bunun için ordunla muzafferen Kahire’ye gireceksin!.. Onu al, İstanbul’a götür. Diğer emanetlerle birlikte muhafaza altına al. Sana takdim edilecek olan mukaddes emanetlerden biri de, Davud (a.s)’a ait bir kılıçtır. Dikkat et, bir metre uzunluğunda olan bu kılıcın kabzasında, bir elinde kılıç diğer elinde kesilmiş bir kafa tutan bir insan resmi vardır. O resimde temsil edilen sensin. Müstesna bir madenden yapılmış olan bu kılıcın, kabzasına yakın bir kısmında bakırdan bir plaket vardır. Bunun üzerindeki Arapça ibareyi okuduğun zaman göreceksin ki, senin Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olmak üzere Mısır’a sefer edip muzaffer olacağın orada açıkça yazılıdır. Bu kılıç, Hazreti Peygamber’in kendisine davet mektubu gönderdiği Mısır meliki Mukavkıs’ın hazinesinden intikal etmiştir. Davud (a.s), rakibi olan Amalika kavminin kumandanı Calut’un başını bu kılıçla kesmiştir. Evet, üzerindeki tam otuz üç satırlık hitabede başka sırlar da görüp öğreneceksin.
İbn Arabî’nin mezarı nerede?
Bu umulmadık karşılaşmanın heyecanı ve ihtiyarın söyledikleri karşısında şaşkına dönmüştüm. Asıl, kıyafet değiştirerek sokağa çıkış sebebim hakkında bir izahat istemeyi neredeyse unutuyordum. Ama ihtiyar beklenmedik bir surette:
- Senin bir başka müşkülün daha var, onu unuttun galiba; deyince irkilerek kendime geldim. Tam soruyordum ki, ihtiyar:
- Sen yorulma evladım! Ben sana beklediğin cevabı vereyim. Şimdi buradan çıkıp makamına gidersin. Sultan Selim hüviyetiyle bu hamamın yıkılmasını emredersin. Hamam yıkılınca, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin kabri, kitabesiyle ortaya çıkacaktır. Hem de nerede biliyor musun? Bu hamam külhanının olduğu noktada… Zalimler, onun kabri üzerine bu hamamı yapmışlar. Tam kabrin üzerine de hamamın külhanını inşâ etmişler. İşte senin bu müşkülünü de hallettim, artık işim bitti.
Bu ayrılma isteği ifade eden söz karşısında daha fazla heyecanlanarak: “Aman efendim, kerem buyurunuz. Bana son bir tebşiratta bulunmaz mısınız, diye sordum.
- İnsaf edin Sultanım, biz her müşkül anınızda sizin yanınızdayız ve size tebşiratta bulunmaktayız.
Bir veliye bende olmak…
Kalbim heyecanla dolmuştu, ihtiyarın ellerini öpmeye başladım. Lakin gözlerimden yaş boşaldığı için etrafı bulanık görüyordum. Bir saniye içinde kendi ellerimi öpmekte olduğumu fark ettim. Zira ihtiyar, bir ruh gibi uçup gitmişti…
- İşte böyle gençler… Hamamda karşılaştığım o mübarek şahsın, Hızır (a.s) olduğunu anlamakta gecikmedim. Allah’a hamd olsun, dediklerinin hepsi bir bir gerçekleşti ve büyük bir zaferle İstanbul’a geri döndük.
- Gerçekten hikmet-i İlâhiye… Subhanallah. Bu güç işi, hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmal güçlüğü çekmeden on üç gün günde başardınız. Tebrik ederiz.
- Estağfirullah, her zaman dediğim gibi;
Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden a'la imiş...
dunyabizim.com