Said Nursi ve Karakoç'ta kader!
Said Nursi’nin ve Sezai Karakoç’un ‘kader’ mevzuuna bakışlarında benzeşen ve ayrışan yönler…
“Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes'uldür Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” Cemil Meriç, “kader” konusunda batılı düşünürlerin kafa yorduklarını ve belli noktalardan sonra tıkandıklarını söyler. Ve ekler, “kader konusunu Said Nursi çözmüştür.”
Risale okumalarımızın azlığını, üzerimizden geçen silindirlerle kotaracak değilim. Her şey okunarak çözülmeyecek elbette. Okunulan şeyler hayata tatbik etmediği müddetçe hiçbir faydası olmayacaktır. Risaleler çağımıza sunulan birer gezici fenerleridir. Risalelerden faydalanabilmenin en kolay yolları, risaleler üzerine kitaplar yayınlayan, konuşmalar yapan büyüklerimizden istifade edebilmektir. Bu geniş deryada gezen her büyüğün eli öpülmeye layıktır diye düşünüyorum. Bu büyüklerden, üstadlardan biri de Sezai Karakoç.
Risale denizinde kendisine mütevazı bir yer edinen Sezai Karakoç, tıpkı Said Nursi gibi, kader konusuna parmak basmış. Kaderi ve batılı aydınların kaderi nasıl anlayıp anlattığını, onların yaptığı hataları doyurucu bilgilerle destekleyerek açıklamış. Üstadın İslam adlı kitabında, 3 bölümden oluşan “Kader” makalesi, bu konuda kafa karışıklığı yaşayanlar için epey faydalı olacaktır. Biz de, ilk haber/değini metnimizde Sezai Karakoç’un kader hakkındaki görüşlerine mercek tutmaya çalıştık.
Kader nedir?
İlk bölümde Sezai Karakoç, kader inancının ne olduğunu, kadere inanmamanın ne olduğunu anlatmış. Kaderi özetle, “tabiat ve insanın iç içe girdiği hayatın ve tabiat ötesinin bir sebep-sonuç ilişkisine (determinizm), ve bu ilişkiyi de tek bir sebebe yani Yaratıcı’ya bağlama olayıdır” diyerek devam etmiş ve eklemiş, “gözümüzün gördüğü ve aklımızın yettiği her yerde ve her oluşta olduğu gibi gözümüzün görmediği ve aklımızın yetmediği yerlerde ve oluşlarda da aynı ilahî sebepliliği görmek ve ona inanmak.”
Kader inancını, Allah’ın her olayda ve yerde mutlak tasarruf sahibi olduğu inancının tabii bir sonucu olarak tariflendiren üstad, Allah’ın gücünün sonsuzluğuna inanan herkesin kadere de iman etmek zorunda olduğunu söylüyor ve kadere iman etmeyerek farkında olmaksızın Allah’a ortak koşmuş olunacağını belirtiyor. Allah’ın kudretinin sınırsız olduğundan bahseden üstad, Said Nursi’nin şu sözlerini zihnimizde çağrıştırıyor: “Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden Zat, senin ef'âl ve a'mâlini mühmel, başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak İmâm-ı Mübînde yazar Ona göre muhaseben olacaktır.”
Üstad, ikinci bölüme geçmeden önce, bir karşılaştırmada bulunuyor; dindarların alınyazısını Allah’a, materyalistlerin maddeye, pozitivistlerin tabiî ve fizikî kanunlara, ekzistansiyalistlerin insana, Camus’cülerin ‘abes’e (absürd) bağladığını belirtiyor ve can alıcı bir bitirişle, kaderi inkar edenlerin aslında farkında olmadan, determinizmi Allah’tan koparıp tabiat, insan veya tesadüfe bağlamaktan başka bir şey yapmadıklarını belirtiyor. Buradan şöyle bir sonucu çıkartabiliyoruz, kadere inanmadığını söyleyenler aslında farkında olmadan, inanmayan bir kader arabına inanıyor. Ve misyonerlerce sadece müslümanların problemi gibi gösterilen ‘kader’in aslında insan mantığında gerçek yer, değer, önem ve cevabını sadece İslam’da bulabileceğini belirterek ilk bölümü tamamlıyor.
Baş sorun insan
İkinci bölümde üstad, Sartre, Camus ve hemen hemen her kitabında bahsettiği komunizmin kader görüşünü irdeliyor.
Sartre’ın tüm fiillerin merkezine insanı koyarak hata yaptığını, insanı fillerinin bir bölümünden sorumlu tutmayarak, dini de, iç ve dış ‘ben’i de inkar ve ihmal ettiğini ve tüm sorumluluğu orta ‘ben’e yıktığını belirtiyor. Ve kendisinin de, bu doktrininin en zayıf noktasını itiraf ederek; “hayatta başarılı olmayanlar için bu öğretinin pek sert olduğunu açıkça kabul ediyorum” dediğini belirtiyor. Yani bu doktrin entelektüellerin doktrini oluyor. Allah’ın yerine insanı koyan Sartre doktrininin, Yunan insan bilimciliğinin modern biçimde ve soyut bir mantık içinde dirilmesi olduğunu belirtiyor. Zaten Sartre’ın kitaplarını incelediğimizde, insanı merkeze alan, baş ‘sorun’un insan olduğunu belirten yazılarını görmemek imkânsızdır. Örnek vermek gerekirse; “bugün mesele, insandır, hem etken, hem bir aktör olan insan. Çünkü o dramını hem yazıyor, hem oynuyor, durumunun çelişmelerini yaşıyor, kişiliğini harcıyasıya ya da düğümlerini çözesiye.” (Çağımızın Gerçekleri, Çan Yayınları)
Camus abes içinde mantık arıyor
Camus’un da Sartre gibi, kaderi Allah’a bağlamadığını söylüyor üstad. Sartre’ın dolaylı yoldan insana atfettiği felaketleri, Camus’un adete projekte ederek, insanın dışına attığını ve bunu ‘açıklanamaz’a, ‘akılalmaz’a, ‘saçma’ya indirgediğini belirliyor. Camus’un kafasında bir Tanrı icat ettiğini ve bunu abes’e bağlayarak, onun, kötü ve korkunç mührünü çağlara bastığını, ona söz geçirmenin, çevrelemenin ve onu değiştirmenin mümkün olmayacağını belirttiğini ve sonunda da umut kesmemek gerektiğini, iyimser olunmasını öğütlediğini belirtiyor. Yani devler karşısında Donkişot olmamızı. Bu görüşleriyle, Camus’un abesin içinde mantık aradığını belirtiyor üstad.
Komünistlerin ise kaderi, fizik ötesi anlamından kopararak maddeye indirgediğini, böyle yaparak insanlığın kaderini; sınıflar arasında açılan uçurumun gittikçe büyüyüp, büyüyüp, büyüyüp ve nihayetinde topluluğun bu büyümeden dolayı alabora olarak komünistleşmesi senaryosuyla özdeşleştirdiklerini belirtiyor. Yani insanlığın kaderi komünistleşmek ve insanlığın komünistleşmesinden sonra hiçbir şeyi düşünmemek. Tek mutlak hakikat budur. Bu görüşleri çürütmeyi yersiz bulan üstad, Sartre’ın Materyalizm ve Devrim isimli eserinde komünizmin özüne aykırı olarak, nasıl kendi idealizmlerinin diyalektiğinden yararlandığını çok güçlü bir şekilde anlattığını belirtir ve hiçbir hakikatin mutlak olmadığını söyleyen komünistlerin kendi hakikatlerinin niçin mutlak olduğunu açıklayamadıklarını söyler.
Üçüncü ve son bölümde üstad, sonuç diyerek, alınyazısının bazı anlaşılamayan taraflarını, biraz sorulu cevaplı biraz da örneklendirmelerle anlatıyor. Sonlara doğru üstad, insanların şaşkınlığına şaşırarak şöyle der: “İnsanlar, ellerinden çıkan eserlerinde, insanları, yani kendi benzerlerini öldürürler, yaşatırlar, ölümüne sebep olan savaşlara katılırlar. Şu kültür değişikliği ile insanlar bir biçimden başka bir biçime sokulurlar. Şu malî, iktisadî kararlarla bir kısmı fakir, bir kısmı zengin olur. Bütün bunları yaparlar ve bütün bunlar olur da, hâlâ Yaratıcı’nın, insana bir yön, bir yol ve bir alınyazısı çizdiğine akılları ermez. Şaşılacak noktadır.”
dunyabizim.com