Bugünün ve Dünün İHL'leri
"Osmanlılar Viyana’yı kılıçla fethedemediler, ama İmam Hatipli gençler bugün ilimle çözecekler."
Öncelikle bir durum değerlendirmesi yaptığımızda, Türkiye’nin coğrafi-tarihi konumu itibari ile bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu şöyle değerlendirmek lazım: Mehmet Akif kendi döneminde, "Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor" demişti. Ama biz artık 21. asırdayız. Türkiye artık o güneşlerin battığı dönemden,"Bir hilal uğruna ne güneşler doğuyor ya Rab" demek gereken bir döneme gelmiştir. Bu hilalin yeniden doğuşu son elli yıllık çabanın, çalışmanın ürünü… Yani bir nevi “İslami Rönesans” da diyebilirsiniz. Rönesans demek yeniden doğuş demek… İslami yeniden doğuş… Bunun da kaynağını, ruhunu İmam Hatip nesli temsil ediyor. Hatta hepimizin mensup olduğu camianın mensuplarının, İmam Hatiplilerin daha liseyi bitirir bitirmez çıkardıkları ilk dergiye Tohum adını vermeleri bunun bir göstergesi, inancıdır. İşte bu yeniden doğuşun ilk adımlarıdır. Kim demiş bilmiyorum: "Gelsin de baharım; Seyret ki toprak içinde kalacak dane miyim ben".
İslam toplumları diğer devletler gibi dağılma süreçlerini yüzyıllara aktaran bir toplum değil, dinamik bir toplumdur. Yeniden uyanışın, yeniden hareketlenmenin kıvılcımlarını çakmışlardır. Önde gelenler de bu kubbenin altında yeni neslin doğması için paratoner vazifesi gördüler. Bizim eskiden okuyacak kitabımız yoktu ama bir nesil ilmi notlarla, fotokopilerle devam ettirdi öğrenimini. Daha sonra 50 ciltte tamamlanacak bir ansiklopediye varıncaya kadar bir gelişme gösterdiler. Bugün İslam ansiklopedisi yani Diyanet’in çıkardığı ansiklopedi bunun doruk noktasıdır. Bu ansiklopediye vücut veren nesil, tuzsuz çorba, küflü bulgur yiyerek büyümüştür ve bir sürü badirelerden sonra bugünkü konuma gelmiştir. İşte bugün Türkiye böyle bir mücadelenin öncüsü konumundadır. Türkiye’nin bugün siyasi, sosyal ve kültürel bakımdan ulaştığı seviyenin ilk adımları böyle çileli olmuştur
.
Türk toplumu ilme ve kültüre ne kadar açık?
Geçmişte Türkiye kapalı bir toplumdu ama bu öyle olmuş ki, Balkanlar´a uzanıyorsun hala Türkiye´den medet umuyorlar. Libya´ya gidiyorsun aynı. Sudan’a gittim, orada iki İmam Hatipli kız gördüm: Nedfe yurdunda. Diğer öğrenci kızların hepsi zenci, Afrikalı; Farsça konuşuyorlar. İki tanesi de İmam Hatipli beyaz. "Biz" dediler, "tesettürden dolayı buraya okumaya geldik". O zaman dedim ki İmam Hatipli bir kız okumak için Sudan’a kadar giderse, herhalde erkek İmam Hatipliler Antartika’ya, Kostarika ve Patagonya gibi yerlere gitmeleri lazım. Kültürün, inancın, idealizmin ne kadar önemli olduğunu, bunun da baskılarla, sindirmelerle yok edilemeyeceğini gösteriyorlar... Karadeniz’de Türküler söylenir; eğer şimdi bir kız şu dörtlüğü söylerken kullandığı Farsça, Arapça kelimeleri yerli yerine oturtuyorsa o memlekette büyük bir kültür var. Mesela bu, yüz sene evvel söylenmiş bir türkü:
"Dünya viran kalasın
Kimseye amanın yok
Parma herşeyin yekta
Sade bir numanın yok"
Trabzon´da sülüklü asri mezarlıktaki taşları toplamışlar; Orada en az 10 tane müderrise var. Bunlar 300 belki 400 sene evveli yazıyor. Bu ne demek: Kadın erkek bu ilme herkes talip olmuş. “Nesara-yensuru”dan başlayıp da icazetname alan kızlar var. İşte bu bizde köklü bir kültürün mevcut olduğunun teyidi... Balkanlar´da, Afrika´da yahut Ortadoğu´da aynı şeylerin olduğunu göreceksiniz. Bu saydığım yerlere gidin, sizi hilafetin başkentinden geliyorsunuz diye karşılarlar. İşte bu Türkiye’nin mevcut olduğu konum; elli sene toprak altında kalmış, üzerine kül serpilmiş
.
Şu anda bir uyanış döneminde miyiz?
Evet. Necip Fazıl şöyle derdi: "Benim fikirlerim o kadar önemli ki istedikleri zaman gürültü koparırlar, istemedikleri zaman kül gibi örterler, hiç kaale almazlar". Bu, böyle bir fikir mücadelesinden, böyle bir inançtan, iştiyaktan, sevgiden tezahür ettiği için bugün Türkiye İslam dünyasında itibarı olan bir ülkedir. Kültürel bakımdan, sosyal bakımdan abi konumundadır. Son dönemlerde BM’nin Türkiye´yi seçmesinin ölçüsü de budur.
Cumhuriyetin ilk döneminden sonra yaşadığımız boşluk ve eksikliklerden bir nesil yetişiyor. O neslin çalışmaları yavaş yavaş meyvesini gösteriyor.
Tabi ki o zamanlar biraz baskıcı bir dönemdi. Ben çocukken hatırlıyorum, bizim köyde Molla İbrahim Hoca vardı, balkondan ezan okurdu. Ezanı şöyle okurdu: "Tanrı uludur tanrı uludur". Sonra kısık bir sesle: "Allahü Ekber Allahü Ekber" diye okurdu. Şimdi yanındakiler Allahu Ekber duyacak ama rejimin jandarması var, şikâyet eder falan. Ama o günler “nesara-yensuru”dan başlanırdı ve bizim de hemencemiz vardı, içine subarayı, amme cüzünü koyardık. Bunu söküp atamadılar. Yani o tohum toprak altında bekliyordu. 50’li, 60’lı yıllarda bu yavaş yavaş filizlendi ama yaz çok sıcak olur yakar, kışın çok soğuk olur dondurur. O mevsimlerin hepsini yaşayarak Türkiye yeni bir oluşum içinde yeni bir yüzyıla geldi. Türk insanının kalbi Beytullah’ta, kafası Anadolu´da, bir eli Balkanlar´da, bir eli de Kafkaslar´da. İşte o ruh yapısı içinde yeni bir hilal nesli doğuyor. Bu hilal Tunus’ta da, Fas’ta da, diğer ülkelerde de vardır. Ama çeşitli varyasyonlarda, bir takım şekillerledir. Ruh ve mana aynıdır, bunun öncüsü Türkiye´dir. Türkiye´yi böyle görüyorlar. Efendim Osmanlılar Viyana’yı kılıçla fethedemediler, ama İmam Hatipli gençler bugün ilimle çözecekler bunu, hiçbir şekilde kavga da olmayacak. Türkiye´nin geleceği bu…
Başlangıçtaki İmam Hatip talebeleri ile bugünküler arasında nasıl bir fark var?
Bizim dönemimizde İmam Hatip okulunun programı çok önemliydi. Hocalarımızın hepsi rüşdiye, idadiyeli, klasik kültürle yetişmiş insanlardı. Dilde derslerimiz çok ağırlıklı idi ve kültürel bakımdan insanı doyuma ulaştıracak yapıdaydı. Rüştiye idadi diplomasıyla, (hatta askeri lise diploması) 50-60´lı yıllardaki İmam Hatip diplomaları aynıdır. O programı o devirde yetişenler uyguladıkları için milli savunma dersine gelen bir asker ile İmam Hatip öğrencileri arasında bir problem olmuyordu. Ama sonradan bir takım değişmeler, basitleşmeler olmuş, o kültür biraz genişlemiş gibi geliyor bana. Bizim zamanımızda kitap yoktu, not tutardık. Şimdi ise kitaplar, ansiklopediler, bilgisayarlar var. Bu bolluğa rağmen eski kültür zenginliği yok. Özümüz içe kapalı olduğu için hırsla her şeye dalıyorduk. Mesela bize hitap eden gazete yoktu ama bir yerde bütün gazeteleri okurduk, yani toplumun ilgilendiği her alanla ilgilenirdik.
Kelimenin tam anlamı ile talebeliği yaşıyordunuz o halde…
Evet, 29 Ekim´de 19 Mayıs´ta yürüyorsunuz siz İmam Hatipli olarak, Türk bayrağı önde, İmam Hatipli flaması arkada. "İmam olacaksın" diye dalga geçerlerdi bizle. Ama sonradan öyle oldu ki futbol maçı yapıyoruz, biz yeniyoruz; güreş müsabakaları yapıyoruz, galip geliyoruz. Münazaralar da öyle. Tabi böyle bir nesil sonradan çoğalınca, değişik alanlara kayınca bir takım sıkıntılar baş gösterdi. İmam Hatip okulları yüksek tahsile gittiler, gelişme olunca o zaman "siz imamsınız, hatipsiniz, gidin imamlık yapın" dediler. Bu nesle şimdi olduğu gibi imtihanla da eğitimde fırsat eşitliğini çok gördüler. Böyle bir sıkışma oldu ama bütün bunlara rağmen binlerce öğrencinin yetişmesi Türkiye´de yeni bir yapılanmanın ürünü olmuştur.
Bugünkü İmam Hatip gençliğinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdiki gençlerin hali Türkiye´nin genel durumudur. Herkes yüksek tahsil yapacak, herkes diploma alacak diye bir şey yok. Önemli olan sosyal hayatta, gelir dağılımında dengeli bir şekilde yaşamak ve kendi örf-adetleri içerisinde sosyal yaşantıyı düzenlemektir. İşte bütün sıkıntı buradan kaynaklanıyor.
Türkiye geneline baktığımızda sanki ortada bir sorun var, çözülmeyi bekleyen bir tılsım gibi.
Her yerde var; 68 olayları, 27 Mayıs falan. Gençler hep hareket halinde. Ama bunlar toplumun genel değişimini gösteriyor. Eskiden aileler çağdaşlaşma imiş gibi çocuklara dansı öğretirler, sonra sahneye çıkartırlardı. Yapmacık bir şeydi, şimdi ise insanlar örf-âdeti ile hareket ediyor, kimliğini kazanıyor. Eskiden devrim, kadın diyorlardı sonra baskı uyguluyorlardı. Şimdi ise kadınlar da kendi kimlikleri, kendi ölçüleri ile hayat ve inanç mücadelesi veriyorlar. Bu hudutlar içinde kalmış bir şey değil. Bunu mayın tarlaları ile kısıtlayamazsın, dışarıya taşmış her alanda.
Yani toplumun bütün kesimlerinde aynı değişim söz konusu.
Tabi ki toplumun bir kesimi gelişmişte, bir kısmı geri kalmış diye bir şey yok. Toplumu bir bütün olarak değerlendirmek lazım… İşte Türkiye’deki, siyasi yapılanma da bunun bir tezahürüdür.
Biraz da siyasi partilerden bahsedelim, "Türkiye’de bu siyasi ahlaktır" diyebileceğimiz bir oluşum var mı?
Şimdi siyaset kelimesi aslında literatür bakımından güzel de, Türkiye´de politika yapılıyor. Politika çok yönlü ve bunu böyle değerlendirmek lazım… Ayrıca toplumda batılı normlara göre yerleşmiş bir politik yapılanma yok. Demokratikleşme yönünde partilerin yolu aslında güzel bir olaydır. Bir kulvarda koşulurken kesin çizgiler varsa otriksiyon olmamalı, yani partilerin birine geç, birine dur olmaz. 60 ihtilalinde olduğu gibi CHP´ye al teslim et, öbürüne dur olmaz. O devirde Ali Fuat Başgil Hoca´yı (Allah rahmet etsin), komite üyeleri çağırmışlar, "sen senatör olmuşsun, cumhurbaşkanlığına sakın adaylığını koyma." Çıktıktan sonra gazeteciler sormuş ne yaptınız ne konuştunuz: "Ben Mr. Tomson´la, Mr. Sten´le tanıştım" demiş. Tomson ile sten silah markası. Artık bu devirler geçti. İster istemez bu değişime, bu bilinçlenmeye herkes uyacak, uymak mecburiyetinde.
Siyasi partilerimiz buna yeteri kadar uyabiliyorlar mı?
Siyasi partiler bizim eserimizdir, bizim ürünümüzdür. Yani herkes parti, herkes fikrini söylesin.
Ama fikrinde vakarlı ve dik dursun
Tabi dik dursun. Bu da gene kültürel bir yapıdır. Okumalı, yetişmeli, cesaret etmeli. Yoksa iş, "düğüne giden zurnaya, hamama gider kurnaya aşık olur" meseline döner. Tabi farklı fikirler ve partiler de olsun. Necip Fazıl der ya, "Sen benim ifade ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, sen de bana lazımsın". Bunlar da olsun gök kubbenin altında. Yedi renk varsa bu renkler hepsi olsun. Siyah da lazım, beyaz da…
Günümüzde her şeye rağmen geçmişte yaşanan bazı olumsuzlukların (örneğin darbe denemelerinin) artık sonuçsuz kalması önceki denemelerin acı tecrübelerinden olsa gerek.
Tabi o kadar çileler, sıkıntılar çekildi. Herkesin bir görevi var; adam darbe yapıyor, profesörler karışıyor işin içine. O zaman üniversite berbat oluyor. Adamlar askeri karıştırıyor, o zaman askeriyenin içinde huzursuzluk oluyor. Askeri kimse istismar etmemeli; Temennim o, örnekleri ile ortada...
Maddi zorluklar mücadeleyi etkiler mi?
Hapishaneye gittiğim zaman kurtlu çorba içtim, hiçbir şeyden de kaybetmedim. Çünkü bir inanç varsa o mezbelelik gülistan olur insana. Onun için İmam Hatip nesli umutsuz olmasın, şimdikiler de ağabeylerinin yaşadıklarını görsünler, nelerle mücadele ettiklerini.
Bugün öyle kimselerle karşılaşıyorum ki değil İmam Hatip mezunu, İmam Hatip okuluna altı ay girmiş çıkmış, "ben İmam Hatipliyim" diyor. Bunların içinde vali var, kaymakam var. Başka bir şey o kapıdan girmek çıkmak. Eskiden Türkiye´yi siyasallar yönetiyordu, daha evvel Galatasaraylılar yönetiyordu. Peki, bu adamlar kozmopolit yetiştikleri, papazlar onları destekledikleri için mi Türkiye’yi yönetecekler de ötekiler yönetmeyecek. Onun da anası, babası, köyü, kaynağı belli. Hele icazetnamelere bakarsan bizim kültür yapımızın nerelere kadar gittiği görülür. Onların kültürü kozmopolittir bizim ise nebevidir, yani Peygambere kadar gider.
Gençler eski ideolojik şeyleri bir tarafa bırakmalı, okumalı, öğrenmeli bilgi sahibi olmalı. Bugün roman, şiir kitabı, hadis külliyatı hepsi sünenlerle tercüme edilmiş tefsirler var. İşte Müslüman yitik olan ilmi alacak, aldığı zamanda hiç kimse karşısında duramaz.
ABD´de bir seçim oldu, Barak Obama kazandı. Sizce diğer Amerika başkanlarından bir farkı var mı?
Amerika´da başkanlar değişir ama Amerika’nın menfaatleri değişmez. Obama zenci, Hüseyin falan boş… Eğer Amerika´nın menfaatlerini düşünmezse bu adamı seçmezlerdi... Ama nasıl ki Türkiye´deki demokratikleşme süreci pek çok şeyi değiştirdi. Obama´nın seçilme süreci de 60-70´li yıllardan itibaren bu noktaya geldi. "Aynı otobüse binemezsin, aynı lokantada yiyemezsin" diye bir şey yok. Şimdi Amerika´da dünyada kendini iyi göstermek için böyle bir yapılanma içine girdi. Clinton da fena değildi, Bush´ta Amerika için çalıştı. Şimdi ben Türkiye´de güçlüysem, mutluysam herkes benden yana olur. Türkiye, bugün kriz olaylarında büyük badireler atlattı. Ama bazı ülkeler var, iflas bayrağı çekti.
Global menfaatlerini göz önüne aldığımızda ne gibi bir fark olabilir?
Dünya açısından baktığımızda diğerlerinden farkı yok. Amerika ile diyalogların sağlanması açısından belki iyi olur. Filistin, Irak, Afganistan sorunu çözülür mü, Obama "çekilelim Afganistan’dan, ne işiniz var" diyebilir mi, bunu göreceğiz. O zaman bir farkı olur. Şu da var ki Amerika’ya alternatif ülkeler olmalı, satranç oyunu gibi o dengeyi kurmak lazım.
Gazeteci ve yazar olarak tanıdığımız Sadık Albayrak olarak sizi en çok kimler yada neler üzdü? Biraz da bunlardan bahsedebilir miyiz?
Hayatta hiç kimse beni üzmedi, hayatta hiç mutsuz olmadım. Çile, ızdırap çektim, fikrin çilesini çektim ama hayatta yaptığım hiç bir şeyden de pişman değilim. Geldiğim nokta itibari ile de cesur olduğumu söyleyebilirim. Çünkü bir insan en çok neyi düşünür? Yiyecek, içecek vesaire… Öyle bir şey düşünmedim. Diyanet’ten yazılarımdan dolayı atıldığım zaman Nesil´de yazı yazıyordum. Küçük oğlan bir yaşındaydı, büyüğü beş yaşında. Bunun gibi hapishanelerde, sıkıyönetim mahkemelerinde, açlıklar, sıkıntılar ama bunlar hep bana mutluluk verdi. Ağlamakla olmaz... Ailem ben hapiste iken 3 ay senatoryumda yattı. Silivri´de yatıyorum, babam kanserden ameliyat olmak için İstanbul’a geldi. Beni sormuş, Almanya´ya konferansa gitti demişler. Ameliyat olduktan sonra, "Sadık abim hapishanede" demişler babama, "o zaman ben anladım" dedi. "Ameliyat olacağım da Sadık gelmeyecek". Ziyarete gidelim dedi ve geldiler. Ama nasıl… Mahşer günü gibi, ben dışarıyı görmüyorum. Ziyaret 15 günde birdi. Sakallısından sakalsızına kadar, mercedes arabalısından, yurt dışından gelenine kadar herkes yiyecek, içecek getirmiş. Babam "bunları nerden tanıyorsun" dedi, "ben bunları tanımıyorum" dedim. "Sen bizi okuttun, o okumanın karşılığı olarak kitap yazdım. Beni hapse attılar, o adamlarda bu kitapları, yazıları okudukları için buraya geliyorlar, bana dua ediyorlar. Baba, bu duaların 2´si benimse, 98’i senindir. Sen bizi okuttun, yetiştirdin..." Hayatta üzüldüğümüz şeyler belki olmuştur ama belirli bir şeyden sonra bunu da aştım. Kurban bayramında 4 gün evden hiç çıkmadım. Yattım, kalktım, gece uyumadım. Bir kitap vardı hazırlayacaktım, bu bana mutluluk veriyordu.
Size bu değerli çalışmaları yaptıran heyecanı, enerjiyi neye borçlusunuz?
Geçmişle ilgili olabilir. Bizim dedelerimizden kalma 3 şey var: Köydeki evimiz. Onu babam yıktı, yetmişli yıllarda yeniden yaptı. O evden kalma bir kapı var: 1837´de yapılmış. Bir tane kılıç var, biraz da eğri. O da kardeşimde duruyor. Bir de Kur´an-ı Kerim var, o da bende. Onun başı ve sonu yok. El yazma ve farsça kırık mana verilmiş, mukatalı. Belki bu olabilir. Ha birde dalgacı bir ruhum var.
Osmanlı uleması kitabını hazırlarken arşiv çalışmaları bana çok şeyler verdi. Orada gördüğüm o zulümler, işkenceler baskılar, hatıratlar... Mesela İskilipli Atıf Hoca´yı okuyordum, istiklal mahkemeleri ve matbuatı okuyunca görüyorum ki, çile çekmiş, büyük adamlar onlar. "Onlar gibi niye olmayalım" dedim. Beni bütün bu şeylere sevk eden bunlar.
Gazetedeki yazarlık görevinizden ayrıldınız, buraya geldiniz. Neden böyle bir şey yaptınız?
4-5 sene evvel ben anjiyo oldum. Hem de kendimi bir dinleyeyim dedim. İnsan hayatı böyle; çıkar, ondan sonra iner. Öte tarafta inerken de, çıkarken hangi seviyede isen inişi de o seviyeden yaparsın. Şimdi benim çocukluk dönemimdeki şeyleri tekrar tadayım dedim, dut ise çocukken yediğim dut, salatalık köyde eskiden yediğim salatalık; "bunları tekrar bir tadayım" dedim biraz da torunlarım tatsın istedim. Burada da boş durmuyorum; yazıyorum. Yani kendimi sıkmıyorum. Okuyorum, dolaşıyorum, gazeteleri okuyup kızıyorum. Günlerimi böyle geçiriyorum.
Tekrar gazetede yazmaya başlayacak mısınız?
Ya nasip.
Tohum Dergisi
Röportaj: Rabia AYAZ
Fotoğraflar: Elif YILMAZ