Ulvi SEVECEN
SULTAN 1. ABDÜLAZİZ HAN' IN HALLİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Hafta sonu iki gün süren yazı heyeti çalışmalarımızda inceleme fırsatını bulduğumuz yazılardan birisi de Sultan 1.Abdulaziz Han'ın halli ve sonrası yaşanan hadiselerin okuyuculara takdim edildiği bir yazıydı. Yazı üzerinde yorumlar yapılırken, bir ara kendimi hüzün dolu yoğun duygulara kaptırı vermiştim. Diğer dostların yüzlerindeki ifadeleri fark ettiğimde, herkesin de aynı şekilde duygulandığı görülüyordu.
Bir kaç aydır bizlerin gündeminden çıkmayan, yakın tarihimizde yaşadığımız benzer olayları da çağrıştıran bu konuyu tekrar gündeme getirip siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istedim. Adnan Menderes,Turgut Özal gibi Devlet-i Aliye-yi Osmani'nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'nin değerli iki devlet adamının da benzer bir zihniyetin benzer senaryolarıyla, ülkenin geleceğini değiştirecek hizmetlerin hızlandığı bir zaman diliminde hayatlarına müdahele edildiği gerçeğine kapılar aralayacağına inanıyorum.
Hadise anını ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmeleri tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, bir eserinde şöyle hikayeleştiriyor:
(..........)
4 Haziran 1876 günüydü.Saat dokuzu gösteriyordu. Padişah, Kur'an okuyordu. Yusuf Sûresi'ne gelmişti... Katiller sessizce Sultan Abdülâziz'in kapısına sokuldular.
Eski Padişah'ın ikinci mabeyincisi -osmanlı devletinde padişahların dışarıyla olan ilişkilerini sağlayan saray memuru- Fahri Bey, izin alıp odaya girdi. Sultan Abdülâziz; günümüzdeki Kabataş Lisesi'nin bulunduğu bina olan Fer'iye Sarayı'na getirildiğinden beri Fahri Bey özel hizmetine bakıyor, daha doğrusu dönemin savunma bakanı Hüseyin Avni Paşa'ya dakika dakika Padişah'ın yaptıklarını rapor etmek üzere yakınında bulunuyordu.
Önce hal hatır sordu.
"Hamd olsun Yüce Rabbime" diye cevap verdi Padişah, "Beterin beteri vardır." Gözleri kapıya kayınca Cezayirli Mustafa Pehlivan'la Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş'u fark etti. Durumu kavradı. Rengi attı. Fakat bir şey söylemesine fırsat kalmadan, üçü bir anda atılıp bastırdılar. O sırada Boyabatlı ve diğerleri de odaya girdiler. Boyabatlı ile Cezayirli, Padişah'ı dizlerine oturtup çırpınmasını önlemeye çalıştılar. Fakat Padişah çok güçlüydü. Zaptedemediler. Göğsünden hançerlediler. Fahri Bey, Sultan Abdülâziz'in kollarını arkadan tuttu. Yozgatlı Mustafa Pehlivan ise, keskin bir hançerle Padişah'ın bileklerini kesmeye başladı. Olaya intihar süsü vereceklerdi. Ama hiçbir intiharda iki bilek birden kesilemezdi.
Bilekleri kesilen Padişah, ikinci mabeyinci Fahri Bey'e son kez bakıp mırıldandı: "Şu kestirmeye kıydığın eller, iki gün önce sana kıymetli bir sedef tesbih hediye etmemiş miydi?"
Kaderin hükmüne bakınız ki; baş katili Fahri Bey'i kahveci çıraklığından almış, ikinci mabeyincilik gibi sarayın en yüksek görevlerinden birine kadar yükseltmişti.
Damarlarında ileri geri işleyen hançer derinlere daldığı zaman eski Padişah dayanamadı. Acıyla inledi: " Ya Allah!" Canı, kanıyla birlikte oluk oluk damarlarından akıp gitti. Katiller korku dolu gözlerle son nefesini vermek üzere olan koca Padişah'a baktılar. Sonra pencereden bahçeye çıktılar. Kaçtılar. Kapıya bırakılan nöbetçiler de işin bittiğini anlayınca sıvıştı. Koridora derin bir sessizlik hâkim oldu. Neden sonra Padişah'ın odasının önünden geçen saray hizmetkârlarından Arzıniyaz Kalfa, odadan hırıltılar geldiğini duydu. Kapıyı zorladı, ama içerden sürgülenmişti."Yetişiin!" Efendimize bir haller oldu.? Diye bağırdı.
Koşup gelenler, kapıyı kırarak odaya girdiler. Şimdi saat tam dokuzu otuz altı geçiyordu. Sultan Abdülâziz'in kanlar içinde vücuduyla karşılaştılar. Henüz ölmemişti. Fakat Hüseyin Avni Paşa'nın kesin talimatını önceden almış olan bazı subaylar, son çırpınışlarla titreyen vücudunu, kanları aka aka ve âdeta sürükleye sürükleye saray karakolunun kahve ocağına taşıdılar. Bir sedire uzattılar.
Hâlâ sağ olan eski Padişah'ı kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Tarih, bu korkunç cinayete şahitti. Ve sebep olanları asla unutmayacaktır.
Bir süre sonra Hüseyin Avni Paşa çıkageldi. Eski bir pencere perdesini koparıp Padişah'ın üstüne örterken Padişah gözlerini açtı. Şeytanın yüzüne bakar gibi Avni Paşa'nın yüzüne baktı. Bakışları camlaştı, donuklaştı, kurudu. Ancak ondan sonra doktorlar çağırıldı. Resmî bir rapor düzenlendi ve ilân edildi. Buna göre; eski Padişah'ın sinirleri bozulmuştu. Sakalını düzeltmek için o sabah annesinden ayna ve makas istemişti. Ve bu makasla damarlarını kesip intihar etmişti.
Bu rapor yayınlandığı an bile hiç kimseyi inandıramadı. Ama o devirde hüküm süren Hüseyin Avni Paşa, Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ve Mithat Paşa gibi diktatörler olayı örtbas ettiler. Daha sonra kurulan Yıldız Mahkemesi'nde yargılanmak üzere İzmir'den alınıp İstanbul'a getirilen Mithat Paşa şöyle diyecektir: "Yayınlanan raporu okudum. Merhumun (Sultan Abdülâziz'in) intihar ettiğine pek ihtimal vermedim. Ama diğer vekiller (bakanlar) ses çıkarmadığı için ben de sustum."
Yıldız Mahkemesi'nde diğer yardakçılarıyla birlikte suçlu bulunup -zaten çoğu itiraf etti- ölüm cezasına çarptırılacak, ancak Sultan II. Abdülhamid'in affına uğrayıp sürgünle paçayı kurtaracaktı.
Tarih susmaz. Sultan Abdülâziz'in öldürüldüğü, Yıldız Mahkemesi'nde kesinlik kazanmışken; resmî tarih, siyasi sebepler yüzünden -Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa gibilerini korumak için intihar ihtimalini savundu. Yıldız Mahkemesi'ni "kanun dışı" ilân ettiler.
Başka çareleri yoktu. Çünkü bu mahkemeyi kabul etmek demek, hükmünü de kabul etmek demekti. Hükmünü kabul etmek ise, Mithat Paşa'nın katil olduğunu kabul mânâsına gelirdi. Oysa resmî tarih, Mithat Paşa'yı "büyük bir devlet adamı" sayıyordu. Sultan II. Abdülhamid'i yerin dibine geçirmek için ona karşı olan herkesi "büyük" ilân etmek bir zamanların kötü bir alışkanlığı, gerçekdışı, tarih dışı saplantısıydı. Sultan II. Abdülhamid'i çok haklı olduğu konularda bile suçlamak, cumhuriyet devrinin uzun süre modası halinde yaşadı.
(..........)
Sultan 1. Abdülaziz , döneminin yenilikçi padişahıydı.Osmanlı'yı geleceğe taşıyacak yapısal düzenlemelere imza atmıştı.
Yeni bir vilayet teşkilatlanmasına geçildi.
Kadılık Kurumu daha sıkı denetim altına alınarak 1 Nisan 1868 Şura-yı Devlet ve 1870 yılı içerisinde de Divan-ı Muhasebat kuruldu (Danıştay ve Sayıştay).
Eğitim, ulaşım ve bankacılık konularında çeşitli düzenlemeler yapıldı.
Ayrıca bu dönemde donanmanın modernleştirilmesine de önem verildi. 1875 yılına doğru Türk donanmasında 816 top taşıyan 21 zırhlı ve 173 yardımcı gemi vardı. Türk Bahriyesinde 50.000 efrad, 700 subay, 208 yüksek rütbeli subay, 11 Tümamiral, 6 Koramiral ve üç Oramiral vardı. Bu görüntüsüyle İngiltere ve Fransa'dan sonra dünyanın üçüncü büyük donanması haline gelmişti.
Bu gelişmeler bazı güçleri tedirgin etmeye yetmiş ve artmıştı bile...
Sultan Abdulaziz , Adnan Menderes ve Turgut Özal... Bu üç devlet adamının yaşadığı ve devletin idaresinde bulundukları dönemleri incelediğimizde birkaç ortak yönlerinin olduğunu görmekteyiz:
Yenilikçi insanlardı, ülkeyi geleceğe hazırlama gayretleri içersinde yaşadılar. Ayrıca karşılarında yıllar önce devletin en önemli kurumlarında kümeleşmiş cuntalar vardı.
Ve bir başka yaklaşım; belki bu yaşananlar Osmanlı'nın en sıkıntılı döneminde sorunları göğüsleyecek bir kişiye kapılar açmıştı. Bu kişi II.Abdulhamit Han'ın ta kendisiydi. Zaman içersinde geçmişin hesabını sorma dirayetini ve yeni yeni projeleri gerçekleştirmeye muvaffak oldu. Yakın zamanda ise Özal sonrası yaşanan on yıllık bir aradan sonra yine benzer bir zamanlama ile ülkenin yönetimine gelen idareciler geçmişin hesabını sorgulamakta, ülkenin değişen dünya dengelerinde söz sahibi olması çabaları içerisindeler.
Kader-i İlahi yeniden mi tecelli edecek diye düşünmeden de edemiyorum... Siz ne dersiniz ?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.