Av. Mehmet YALÇINKAYA
ŞEHİDE MEKTUP ( II )
*** Bu yazı Mavi Marmara’da şehit düşen kardeşlerimize ithaf edilmiştir. ***
(geçen haftadan devam)
Muhterem Efendim,
Bu kelimeyi izharî manada değerlendirmezseniz beni ziyadesiyle memnun edersiniz. Lâyık olduğu makama sarf edilmiş bir söz olarak düşününüz lütfen…
Muhterem Efendim,
Bütün bunlar bir tarafa, anlatma ihtiyacı duyduğum bir nokta daha var: Ailenin iznini defalarca gündeme getirmek niye? Belki sizin zihninizi bu soru epeyce zorluyordur. Rızalarını almadan atacağım bir adım -benim için üzüntü kaynağı olarak- bir ömür boyu yeter de artar. Lisanımın anlatmaya kadir olamadığı bu hususu belki kalemim anlatır: Ben çelişkilerimi bir tarafa bırakıp, takdirlerimin ifadesi olarak huzurlarını böyle “nefsîlikten uzak” bir mesele ile meşgul ediyorsam bu durumu lâyıkı veçhile değerlendirmelerini arzu ederim.
Hayatımın bu anına dek, bana hayrı ve güzeli tavsiye ederken, hayır nişaneleri ile başvurduğum noktada beklediğimi bulamazsam, ısrar etmem. Etmemeyi uygun görürüm. Takdir beklediğim noktada bu takdiri görememek ve bu şekilde yaralanmak benim için ölüm olur. Bunun haricinde gönülleri olacak diye beklemek bana uygun gelmiyor. Diğer taraftan onların kalplerini kırarak -ilk andaki tasvibin haricini kalp kırılması, zorla güzellik olarak değerlendiriyorum- dünya ve ahiret saadetine erişilebileceğini zannetmiyorum. Kırılan kalbin eski haline gelemeyeceğini siz de ifade ediyorsunuz. Bunları yazıyorum ki, aile tasvibini alamadığınız noktada benim tasvibimin bir değeri olamaz. Bunu bilmenizi istiyorum. Bu cümleleri sizi üzmek için yazmıyorum. Anne-baba duası ve rızası bizlere her anımızda rehber olmalıdır. Eğer bu satırlarımla sizi üzmüşsem affınıza sığınıyorum. Yazdıklarımı, ifade edemediğim ifadelerimi sadece bir hitap olarak değerlendirmeyin. Bir tanıtım olsun benden yana.
Anlatmak istediğim noktaya, sadede bir türlü gelememenin sıkıntısını çekiyorum. Karşılaşmalarımızda -her türlü- beşer acizliği ile bir şeyler yapmaya çalıştık. Gündeme getirebildiğimiz ve getiremediğimiz duygu ve düşüncelerimiz oldu. Bazı duygularımız Rabbimize sığınışla ifade edilmek istendi. Bir ifade sahiline gidip geliyorum, uzanıyorum sahillere ama ifade edemiyorum. Lâkin “beni anlayın” diyorum. Evet, fark ettiniz anlatamıyorum fakat “beni anlayın” diye size yalvarıyorum.
Nedir benim anlatamadıklarım, nedir benim birikimlerim, gönül evimde neler karalanmış veya neler nakşolunmuş? Bu mektupta size bunları anlatmak kısaca “asıl beni” tanıtmak istiyorum. Anlatmak istediğim bu olacak ve mertçe sizden -sizin saygıdeğerliğinize layık biçimde- sonuç bekleyeceğim. Bu sonuç ve beklentim bir ifade olmayacak. Sizden bütün bunların sonucunda “ben onu tanıyorum, sonuç budur veya böyle olmalıdır” istikametinde bir davranış bekleyeceğim.
Düşüncelerime denk düşmeyecek kısır bir lisandan süzülen satırlarımdır bunlar. Belki maksûd kuşunu yine avlayamayacağım, belki ifadeyi yine yakalayamayacağım fakat sonuçta buna da şükür babından şükredeceğim.
Çok meşakkatli bir yola girdiğinizin, çileler çekmeye adayım dediğinizin farkında mısınız bilemiyorum. Farkında iseniz bu yazılanları bir hatırlatma olarak değerlendiriniz, karşınızdaki kişi size belki hayatı zehir edebilecek kadar girift bir yapıda. Gönlü coşmuş ama susturmuş, gönül sızılarını bastırmaktan yüreği nerede ise taş kesilmiş bir yapıda. “Donan, hissetmeyen, kuruyan” onun yüreği ve damarları. Böyle bir çileye aday olduğunuzun farkında mısınız?
Gönül telimde bir türlü akordu bulamıyorum. An geliyor, hüznün bestesini terennüm ediyor, an geliyor coşkuyu, an geliyor karmaşa ve kargaşayı, an geliyor bir hiçi. İşte şimdi de öyle oldu. Artık yazmak için kendi kendime emir verdiğim gönül fermanımın notalarında eksilmeler oluyor, düşündüklerimi yazamıyorum. Sapmaları bağışlamanızı istiyorum.
Sizinle tanışmamızın altı veya yedi aylık olmadığını siz de biliyorsunuz. Bir siluet olarak yıllarla ifade edilebilecek bir tanışma zamanı geride kaldı. Son aylarda ise belirginleşen bir muhatap olarak tanışıyoruz öyle değil mi? Maddi anlamda bu güzelliği hissetme zamanının takdirini taraflara bırakmak daha uygun olur kanaatindeyim. Yalnız şu kadarını belirteyim, etrafındaki tomurcukları günün ışıması ile fark edebilecek bir ruh dünyasına sahibim. Toprak altındaki kısmı hislerle fark edilebilecek böyle bir meselede kökün sağlamlığı için zaman şeridini hislerimle yokladığımda istikamet doğrultusunda gidişinizle gördüm sizi.
Evet, bu değerlendiriş, ısrarlar ve yüreğim teklifinize beni davet etti. Belki uğraştırdım, belki yordum bu noktada sizi ve sevenlerimi. Fakat gönlümce uygun olan bu idi. Duyguları yıpratırcasına zamana esir olmamak, uzatmamak ama maddi ve manevi birlikteliğin paylaşılacağı dünyanın eşiğindeki adayı tanımak, birbirleri için yaratılmış eşlerin gürûhuna dâhil olmak! Evet, bunca zaman oldu, ama boş değil. Duygu ve düşüncelerimi, muhakememi kısacası beni tırmalarcasına geldi ve geçti. Siz yıllardır düşündünüz, hamlenizi yaptınız, dost ilanınızı duyurdunuz.
Bizim illere ulaştırıldı bu ilan. Şimdi de ben mektubumla (bu yazılanlara ne kadar mektup denilebilir o da tartışılır) bu ilan arasında bir bağlantı kurmaya çalışacağım. İlan sahibinin -bu duyguları tanıyorsa- “MERHABA” değilse “ELVEDA” demesini istiyorum. Müminin imanı gereği ne ise ben de onu bekliyorum. Cesurca bir hamle veya dostça bir MERHABA! Hangisi ise beklemek durumundayım.
“Havf ve recâ” arasında tayin olunmuş bir dünyanın insanlarıyız. Ümitle beslenen, korku ile sonlanan insanlar. Ağız tadımız tayin edilmiş. Her meselemize bu tadı yaşatmak ne güzel olur değil mi? Evet, korku ve ümit ikilemi değil, birlikteliğini bütün işlerimizde uygulamak en güzel saadet olsa gerek. Görüşmelerimizde ben bir bütünlükten söz etmiştim. Duygularımızın parçalanmaması, vakti gelince ikram olunmasını arzularım diye. Evet, değişik hızlarla yönelişimiz var. Helal kapısından girdikten sonra ikram olunacak duyguları sanki zorlamaktaymışız gibi geliyor bana. Tanımak için gerek diye ifade edebilirsiniz. Elbette… Fakat fazla tanımanın diğer bir ifade ile gereğinden fazla tanımanın getirebileceği pek bir şeyler olmasa gerek.
Asıl götürdüklerini hatırda tutmak gerekir. Uğruna çaba sarf edilen, ömür tüketilen nezih hayattan alıp götürdüklerini hesapta tutmak gerekmez mi? Nasip sınırlarına erişemez ve helal kapısından içeri giremezsek bu durumdaki manzara gerçekten korkunç. Mânevi varlığı ifade ettiğimi anlıyorsunuzdur herhalde. O noktada ne yapılacak? Mümine yakışan nedir? Her şeyi çiğnercesine istikamet veya kırık gönüllerle yeni bir dünya kurma çabası. Ben bu sonucun ne denli büyük olduğunu tasvir edebilecek değilim. Yalnız tahmin edebilirim. Hangi birimiz bu sonla karşılaşmak ister? Ben kendim bir yana sizin bu duruma duçâr olmanıza asla tahammül edemem. İşte duygularımı haberdar etmeme ısrarım, set çekme gayretlerim bu yüzden.
Çöllerin sıcaklığını hatırlatan bir halin sizi kuşattığını bilmekteyim. Size ikinci görüşmede kendi durumumdan birkaç kelam söyleyince öyle sanıyorum ki siz de aynı ahvale yordunuz. Sonraki ifadelerde bu doğrultuda olunca doğrusu ben müteessir oldum. Esiri olacağımız duygularımı besliyoruz yüreğimizde? Hayır, asla! Biz, inananlar olarak duygularımızın esiri olmayacağız. Bu nedenle olgunlaşmadan meyve koparmak yanlış olur. Dahası o meyvenin tadı, Müminin ağız tadını bozar.
Anlatmak istediğim duygular zannediyorum ifade edilmeye çalışılandan değil. Yani henüz o kıvamda değil ve olması da mümkün değil. Çünkü yürek coşkumu, hislerimi etkileyecek dost ancak fethe müyesser olandır. Ceylanını helal kemendi ile avlayandır. Yürek coşkumu ona saklıyorum. Umarım bu fetih size nasip olur…
Ben imamımı arıyorum “yarım olan” dinimi kemale erdirecek. Ben, aklı bütün bir tabibi arıyorum, yarım aklımı tamamlayacak. Ben mânâ erini arıyorum, maddenin esaretine boyun eğmeyecek, kendisinde kazandığı zaferi bana da yansıtacak. Ben gönlü cennet bahçelerini andıranı arıyorum, gönül sıkıntılarımı alıp benim gönlümü de oralara çevirecek. Ben derini arıyorum, süzülen sadakate sahip olacak. Ben güzeli arıyorum, gönlüme güzelliklerini yansıtacak. Ben vuslata hasret çekeni arıyorum, vuslat yolunda dost olacak. Ben gözyaşını tanıyanı arıyorum, gözyaşı dökmesini bilecek. Ben hürmete lâyık olanı arıyorum, hürmetimi bilecek. Ben sevgiye lâyık olanı arıyorum, sevgilerimi buket yapıp verecek. Ben affetmeyi bileni arıyorum, hatalarımı affedecek. Ben “hakkıyla Rabbe kul olanı arıyorum” bana o yolda kılavuzluk edecek…
Bunlar sonlu beşer yapımdan yansıtabildiğim birkaç duygu. Bu duyguların sahibi yalnızlığın çilesini, susuzluk derdini çekerken kendisinde su olduğunu fark ettiği bir dostun çağrısına kulak verdi. Yanan, kavrulan gönül ve su ilanı… Duyguların sahibinin korkusu o su ve sahibi gerçek mi yoksa serap mı? Su ilanını yapan, bir serapa mı çağırıyor yoksa coşkun suyun varlığını mı haber veriyor?
(3. ve son bölüm haftaya)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.