Melek MAKSUDOĞLU
Medeniyetsiz Medeniyet!
1990’ların ortaları, Malezya’da öğrencilik yıllarım. Aralarında bir tek Türk benim olduğum, Batı dünyasından gelmiş bir kaç arkadaş ile Kuala Lumpur’dan Borneo tarafına geçtik. 20 kişilik kadar pırpırlı uçaklarla Malezya’nın diğer kıtasına, Sarawak’a inmiştik. Bir gece orada kaldıktan sonra sabah erkenden yola çıktık. Tek kişilik minicik kayık desen kayık değil, kano desen değil, bir adamın ayakta durup elindeki uzun bambu sopayı çamurlu nehire batırarak ittirdiği tahtadan minicik şeylere zor bela binmiş, nehir içinde ilerlemeye başladık. Hepimize bir minik bot düşmüş oldu da keyfini sürmekten ziyade bildiğim ne kadar dua varsa okumaya başladım, hatta bilmediğim dualara bile niyetlenmiştim. O nehire düşmeğe korkmaktan ziyade, içinde ne türlü canlıların olduğundan da emin olmadığım balçık görünümlü nehir içinde ayağımı, kolumu bir et obur hayvana kaptırmaktı bütün korkum. Bir müddet geçtikten sonra geldik bir buluşma noktasına ve indik sağ salim. Yok toprağı öpüp başıma koymadım ama derin bir nefes alabildim. Bir grupla orada buluşarak ilerlemeye başladık, yağmur ormanlarının içerisinde ki bir köye doğru. Turist rehberimiz köyün başında bizi karşılayan bir adamla tanıştırdı. Orang Asli deniyor bu insanlara. Filmlerde gördüğümüz gibi, ağaçlarda yaşıyorlar, daha doğrusu ağaç evlerde. Köyün içine kadar almadılar bizleri. Sadece girişteki bir kadının evini ziyaret etmemize izin verildi. Çıktık ikişer, üçer gruplar halinde o ağaç eve. Bir çok kafatası vardı girişte, göz çukurları oyuk gerçek kafatasları. İçeride yerde bambudan yapılmış bir hasır kilim gibi şey, hem yataklarıydı hem de üzerinde oturdukları sofa. Yastık, battaniye hak getire. Ağacın ortasına yapılmış bu evin duvarları da bambudan örülmüş hasırlar. Bir köşede ise bir kaç toprak kapkaç gibi bir şeyler vardı. Dedim ya, köyün daha fazla içerisine girmemize izin yoktu, sadece bize gösterilen ev ve önündeki açıklık alan. Kafataslarının hikmetini sorduk. Düşmanlarının kafataslarıydı, onların ruhları o evde yaşayana geçtiğinden daha kuvvetli olduklarına, düşmana karşı yenilmez olduklarına inanıyorlardı. Kendilerine göre tıp anlayışları vardı, kendilerine göre ilaçlar yapıyorlardı, çevrelerindeki bitkilerden, hayvanlardan. Kendilerine göre eğitim, öğretim sistemleri vardı, kendilerine göre zehirli oklar icat etmişler hayvanları avlayarak yemek için. Bizi köyün kapısında karşılayan adam ve evini ziyaret ettiğimiz insanların bir tür giysileri vardı, tozlanmış, eskimiş ve üzerlerinde eğreti duran. Ayaklar ise yalınayak. Kapıda karşılayan adam ve rehberimiz bize Malezya Hükümetinin bu insanlara çok baskı uyguladığını, medeniyete geçmeye zorladıklarını, çocuklarını okula göndermeleri, yerli köylü görünen dili değil Malezya’nın kendi dili olan Bahasa Malay dilini konuşmaları yönünde ve Malezya’nın hastanelerinden yararlanmaları için sürekli tehdit, cezalarla karşılaştıklarını anlattı. Batı’nın en doğusundan gelen bir ben, çoğunluğu Danimarkalı beyaz ve Amerikan arkadaşlarım ‘ama kendi medeniyetleri zaten var, neden her toplum dayatılan ve kabul gören medeniyete girmek zorunda’ gibi şeyler homurdandık.
Dünyaca dayatılan bir medeniyet anlayışı var canım ülkemde de. Moda anlayışı içinde kıyafetlerimize dahi yön verildi. Yeri geldi moda diye erkekler dahi yüksek topuklu ayakkabılar giydiler, yeri geldi İspanyol paça pantolonlar giydi kadınlar ve erkekler. Bir daha ki sene demode olduğu için giyilmez oldu, severek ve benimseyerek giydikleri giysiler. Aynı şekilde evlerimizi döşeyip, modaya uygun yaşam alanlarımızı düzenlemeye uğraştık, kendi el halılarımız, kilimlerimiz yerine makine imalatı moda halıları almamız gibi. Halbuki benim de bir medeniyetim var. Halbuki benim de baldan tatlı dilim var. Tüm kelimesinin parçalanmamış bütün anlamına geldiğini unutturan bir medeniyete ne zaman geçtik. Tüm insanlar diyorum, belki bir toplumdaki insanların hepsi tüm değil, bazıları uzuvlarını kaybetmiş olabilir. Uydurukça ekler kullanmaya başladım bende. Yörük kelimesinin aslında “yörü”den geldiğini, yürümek olduğunu medeniyet içerisinde yaşadığımı zannettiğim medeniyetsizlikte öğrendim. Nihat Sami Banarlı’dan ‘Duygu, aslında güzel sesli ve güzel manalı bir kelimedir. Ancak, sal ile birleşince, bütün hissiliğini ve bütün inceliğini kaybedip hantallaşıyor’ cümlelerinden daha önce de öğrendiğim bazı kelimelere sel, sal eklerinin gelmemesi gerektiğini pekiştiriyorum. Medeniyet içerisinde olduğumuzu zannettiğimiz medeniyetsizliğimizde dilimizi ve kültürümüzü kaybettiğimiz için derinden üzüntü duyuyoruz.
‘Televizyonda bir şiir ve edebiyat proğramı yapılırken bu proğramda yer alan yeni şiirleri dinleyenler, bunlarda herhangi bir şiir sesi ve bu arada, dikkate değer bir kelime yanlışı bulamıyorlar. Buna sebep, kelimelerin doğru telaffuz edilişi değil, bu şiirin, esasen, sesi ve manası işlenip olgunlaşmamış, birtakım ham ve uydurma, kelimelerle söylenmesidir. Böyle kelimeler, şimdi Türkçe değil mi, uydur uydur söyle! şeklinde dönen meşhur sözü doğruluyor’, diyor Banarlı 1982 yılında. O yıllar gene iyiymiş, televizyonlarda kaba saba kelimeler futursuzca kullanılmıyordu. Televizyonlarda rahatça savrulan foseptik çukuru kelimeleri orta yerde o kadar rahat kullanır hale geldi ki insanlarımız, medeniyet içerisinde medeniyetsizleştiğimizi ispatlamakta yarışıyoruz. Dilimize ne kadar uyduruk yabancı kelime varsa girmiş halde. Arapça ve Farsça kelimeler kullandıkça daha dindar olduğunu zanneden kesimle, ne kadar İngilizce kelimeyi Türkçe içerisinde serpiştirirse o derece modern olduğunu zanneden toplum içerisinde medeniyetsiz bir medeniyet yaşıyoruz. Televizyondaki programlar, yeni diziler ve üretilmiş, uydur uydur Türkçe ise medeniyet sunuyor gençlerimize. Oktay Sinanoğlu’nun çığlığı gibi bye bye Türkçe!!
Malezya’da ziyaret ettiğimiz Orang Asli köyüne en son ne oldu bilmiyorum, oradaki insanlar 21. yüzyıla yakışır şekilde medeniyet ile tanıştırılıp, medeniyet içine katıldı mı, bilmiyorum. Ama Malezya Hükümeti eğer hala medeniyetsiz bir medeniyetin içine dahil etmek istiyorsa Orang Asli’leri , kendi dillerinden, kültürlerinden vaz geçmesini istiyorsa Malezya Hükümetine tek bir önerim olacak. Türk televizyon proğramlarını bir hafta izlesinler ve kopyalasınlar bu proğramları Malezya’ya, sonra da özelikle o saf ve temiz kendi medeniyeti olan Orang Asli’lere izletsin. Önce bedava TV setleri dağıtsın, sonra baksınlar bakalım hala kendi dillerini ve kültürlerini korumaya uğraşacaklar mı, yoksa onlarda uydur uydur Bahasa Malayu ’mu konuşacaklar. Bir toplumun medeniyetini medeniyetsizleştirme yolunda en etkili silah, televizyonlar değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.