Güneşin de Ortağıyım Dünyanında,

Sevgili dostlar,


Güneşin sahibi kim? Dünyanın, okyanusların, yıldızların sahibi kim? Biz inananlara göre bu sorunun cevabı nettir: Tüm kâinatın mutlak sahibi Allah’tır. Güneş, dünya, okyanuslar, gökyüzü ve yıldızlar... Hepsi, Allah’ın biz insanlara birer lütfu, birer ilahi hediyesidir.


Güneş, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle dünyamızı ısıtır, aydınlatır ve yaşamı mümkün kılar. Dünya ise bağrında sayısız nimet barındırır: Temiz hava, bereketli topraklar, su kaynakları, sayısız canlı türü... Okyanuslar ise hem içinde bir başka dünyayı saklar hem de üzerimizdeki gökyüzüne karışarak yağmurlarıyla toprağı besler. Tüm bunlar, insanlığın ortak malı, yani Allah’ın hepimize eşit şekilde emanet ettiği ilahi armağanlardır.

İnsanlar sadece Güneş’in, Dünya’nın, Ay’ın ve gezegenlerin mi ortaklarıdır? Elbette hayır! Günlük hayatımızın her anında, farkında olarak ya da olmayarak pek çok ortaklığa dahil oluruz. Örneğin, bir yerden bir yere seyahat etmek isteyen bir kişinin, tek başına bir uçak kiralamaya gücü yetmez. Bu yüzden, tarifeli bir uçak bileti alır ve diğer yolcularla birlikte aynı uçuşu gerçekleştirir. Uçağın masraflarını herkes kendi biletine düşen payla öder ve o hizmeti ortaklaşa kullanır.


Aynı şekilde, bir elektrik santralinin maliyetini, o elektriği kullanan insanlar ortaklaşa karşılar. Herkes kendi faturasını öder ve elektrikten faydalanır. İnternet şirketlerinin altyapı masraflarını da tüm kullanıcılar paylaşır; böylece herkes aynı hizmetten yararlanır. Okulların giderlerinden hastanelerin maliyetlerine, otoyolların inşasından köprülerin yapımına kadar sayısız alanda bu ortaklık devam eder. Vergiler, ücretler ya da bağışlarla bu hizmetlerin bedeli birlikte ödenir ve herkes bu hizmetlerden payına düşeni alır.


Bu düzenin özü şudur: İnsanlar, hayatın her alanında birbirine bağlıdır ve paydaşlık içinde yaşar. Hiç kimse bir uçuşu, bir köprüyü, bir hastaneyi ya da bir otoyolu tek başına var edemez. Bu nedenle, farkında olsak da olmasak da biz insanlar, yaşamın her alanında birbirimizle ortaklık yapar ve dayanışma içinde varlığımızı sürdürürüz.


Bu hizmetleri organize edenler değişebilir, ama bu hizmetlerin bedelini ödeyenler asla değişmez: her zaman o dünyada yaşayan insanlardır. Bu, değişmeyen bir gerçektir. Eğer hastalar hastanelere gitmezse, hastaneler varlığını sürdüremez. Eğer mudiler bankalara para yatırmazsa, bankalar ayakta kalamaz. Eğer müşteriler şirketlerden alışveriş yapmazsa, şirketler kapanır. Savaşlar olmazsa, silah tüccarları işsiz kalır; insanlar kumar oynamazsa, kumarhaneler tarihe karışır. Çevremizde gördüğümüz tüm kurumlar ve kuruluşlar için bu kural aynıdır: İnsanlar olmazsa, kurumlar da olamaz.


Devlet tarafından verilen hizmetler de aynı mantığa dayanır. Eğer devlet bir köprü inşa edip, geçiş ücretiyle harcadığı parayı kârıyla birlikte geri alıyorsa, buna kamu hizmeti deriz ve bu hizmeti sağlayan kuruma kamu kurumu adını veririz. Kamu kurumları, hizmetlerinin bedelini bazen doğrudan köprü ya da otoyol geçiş ücretleri gibi halktan toplar, bazen de tüm vatandaşlardan alınan vergilerle finanse eder. İnsanlar bu hizmetlerin maliyetini ya doğrudan, ya da dolaylı şekilde karşılar.


Örneğin, bir kiracı, ev sahibi gibi doğrudan emlak vergisi ödemez; ancak ödediği kira, emlak vergisi, mortgage faizi ve bakım masraflarını da içerir. Bu nedenle, ülkede yaşayan herkes, ister doğrudan ister dolaylı yoldan, verilen tüm hizmetlerin bedelini ortaklaşa öder. Bir polis memurunun maaşını da, bir okul servisini de, yanan bir evi söndüren itfaiye aracını da, o araçtaki itfaiyecinin maaşını da, aynı şekilde ortaklaşa öderiz. Hatta ülkeyi yöneten yöneticilerin maaşlarını bile yine biz, o ülkede yaşayan insanlar, ortaklaşa karşılarız.


Bu düzenin temelinde tek bir gerçek yatar: Bir ülkenin halkı, o ülkenin tüm hizmetlerinin asıl finansörü ve tüm kurumların varlık sebebidir.


Eğer bahsettiğimiz bu hizmetleri özel şahıslar bir araya gelip sağlıyorsa, bu kuruluşlara “şirket” diyoruz. Şirketler de aslında sundukları mal ve hizmetleri, insanların ortaklaşa ödediği bedeller karşılığında satarlar. Örneğin, bir havayolu şirketi, tek bir kişi için bir şehirden diğerine uçuş düzenleyemez. Çünkü bir uçuşun sadece yakıt maliyeti 10.000 doları bulur, pilotun ücreti ise 2.000 dolar civarındadır. Tek bir kişinin bu uçuş için 12.000 dolar ödemesi mümkün değildir. Ancak, 200 yolcunun her biri 150 dolar ödediğinde toplamda 30.000 dolar gibi bir gelir elde edilir. Bu para, uçağın yakıtını, uçuş görevlilerinin maaşlarını ve diğer masrafları karşılar. Aynı zamanda bu organizasyonu düzenleyen şirkete de kar sağlayarak onların ayakta kalmasını mümkün kılar.


Bu noktada açık olan şudur: İnsanlar olmazsa, şirketler de olmaz. İster kamu ister özel olsun, tüm şirketler gücünü insanlardan alır, varlıklarını insanlara borçludur. İnsanlar, hem hizmetlerin hem de bu hizmetleri sağlayan kurumların gerçek dayanağıdır. Bu nedenle, her şirketin temelinde, insanların bir araya gelerek ortaklaşa ödediği bir sistem yatar.


Dünyanın en büyük havayolu şirketi, en büyük bankası ya da en büyük sigorta şirketi… Hepsi, varlığını insanlara borçludur. Eğer insanlar, sadece bir hafta boyunca bu şirketleri kullanmayı boykot etse, bu devasa yapılar kısa sürede çöker. Çünkü bu şirketlerin ayakta kalmasını sağlayan temel güç, arkasındaki insan desteğidir. İnsanların desteğinden yoksun kalan hiçbir şirket, ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar güçlü görünürse görünsün, bütün çabalara rağmen varlığını sürdüremez. İnsan olmadan hiçbir yapı, hiçbir kurum ayakta kalamaz; insan, her şeyin gerçek dayanağıdır.


Sevgili dostlar, ne yazık ki, insanlar yaşam mücadelesi, geçim sıkıntısı ve ekmek kavgasıyla meşgulken, bahsettiğim bu şirketler her geçen gün daha da büyür, semirir ve devasa ekonomik güçlere dönüşürler. Ancak, belli bir büyüklüğün üzerine çıktıklarında, her şeylerini borçlu oldukları halka tepeden bakmaya başlarlar. Karlarını artırmak için yapmadıkları oyun, çevirmedikleri dolap kalmaz. Halkın sırtından daha fazla kazanç elde etmek için her türlü hileye başvururlar. Öyle ki, zaman zaman bu şirketlerin büyüklüğü karşısında devlet kurumları bile yetersiz kalır, çünkü bu şirketler politikacıları finanse ederek, kendilerini denetlemesi gereken mekanizmaları dahi etkisiz hale getirirler. Halkın emeğiyle büyüyen bu devler, sonunda halkı sömürmenin yollarını arar hale gelir.

Ne yazık ki, bu şirketler bazen insanların sağlıklarıyla bile oynamaktan çekinmezler. Sağlıksız gıdalarla insanları zehirler, mısır şurubu gibi yapay tatlandırıcılarla obeziteyi ve diyabeti tetiklerler. Ardından, bu hastalıkların tedavisi için insülin ve diğer ilaçları satarak, kendi yarattıkları sorunları kazanca dönüştürürler. Eğer biraz araştırırsanız, en büyük şekerleme üreticilerinin aynı zamanda en büyük diyabet ilaçlarının üreticileri olduğunu görebilirsiniz.


Bu şirketler, kâr uğruna öyle ileri giderler ki, bazen ilaç satabilmek için hastalık, silah satabilmek için ise savaş üretirler. İnsanları birbirine düşürmek için yapay dinler, toplumları bölmek için farklı politikalar geliştirmekten de geri durmazlar. Örneğin, sabahları mısır gevreği yemenin çok sağlıklı olduğunu söyleyen kampanyaların arkasında, bir mısır gevreği şirketinin olduğunu görürsünüz. Aynı şekilde, sabah kahvaltısında bacon ve yumurta yemenin bir Amerikan kültürü haline gelmesi, bu ürünleri satan şirketlerin reklam stratejilerinden başka bir şey değildir. Yani, insanların alışkanlıkları bile kâr oyunlarının bir parçası haline gelir.


Bazı şirketler öyle büyür ki kendi ülkelerinin sınırlarını aşar ve dünya üzerindeki tüm insanlara mal ve hizmet satmaya başlarlar. Onlar için sınırların hiçbir anlamı yoktur. Rahatça dünyanın dört bir yanına ulaşabilirler, malları ve hizmetleri hiçbir engele takılmadan dolaşır. Örneğin, bir iPhone’un ya da Coca-Cola’nın tüm dünyada satış yapabilmesi için hiçbir vizeye ihtiyaç yoktur. Ancak, dünyanın gerçek sahibi olan bir insan, bir ülkeden diğerine seyahat etmek istese, tam 190 farklı ülke için 190 çeşit vize almak zorunda kalır. İnsanlara sınırlar, engeller ve bürokrasi dayatılırken, büyük şirketlerin mallarına bu tür sınırlamalar getirilmez. Düşünsenize, küçücük bir teneke kutusu dünya üzerinde her yere rahatça gidebiliyorken, dünyanın sahibi olan insan, anlamsız sınır kapılarıyla, gereksiz vize işlemleri ile sınırlandırılıyor ve yasaklanıyor.

Eğer insanlar, medyanın ve yalancı politikacıların yalanlarından etkilenmeseydi, kendi gerçek güçlerinin farkına varsaydı, sırtlarından kazanan ve güçlenen bu şirketlerin yaptıklarına boyun eğmezdi. Dünyanın gerçek sahipleri olduklarını anladıklarında, bu şirketleri çok kısa bir sürede yerle bir edebilirlerdi. Ama ne yazık ki, insanların gücü kendilerinden gizlenmiş ve onları pasifize eden bir düzen inşa edilmiştir.
Efendim, bizim inancımıza göre Allah, dünyayı, yıldızları, ayı, yerin altındaki ve üstündeki nimetleri, ilahi adaletiyle tüm insanlığın ortak kullanımına sunmuştur. Okyanusları, doğal zenginlikleri ve yeryüzünün tüm güzelliklerini ayrım yapmadan, eşit bir şekilde bütün insanlara bahşetmiştir. Ancak, insanlık kendi kurduğu sistemlerle bu ortak değerleri insanların elinden almış, ilahi düzeni bozmuştur.


Neden bir insan, en az diğerleri kadar hak sahibi olduğu bu dünyada özgürce seyahat edemez? Neden insanlar ellerini kollarını sallayarak başka ülkelere gidemiyor? Hangi hakla, bütün insanlığın ortak malı olan petrol gibi doğal kaynaklar, "Ben çıkardım, o halde bu benimdir," denilerek bir avuç insanın tekelinde kullanılabiliyor? Neden milyarlarca insan bu nimetlerden mahrum bırakılıyor?


Dahası, neden "Ben güçlüyüm" diyenler, adalet maskesi takarak insanları kandırıyor, haklarını gasbediyor? Ve en acısı, neden insanlar bu açık adaletsizliklere karşı sessiz kalıyor, haklarını aramıyor?


İnsanlığın bu uyuşmuşluğunun ve duyarsızlığının bir an önce sona ermesi dileğiyle, umarız ki ilahi adaletin gerçek anlamda tecelli ettiği bir düzen tekrar kurulur.


Kalın Saglicakla,

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum