FAKİR ÇOCUK OLMAK

 

 

--Hasan Kaptan, Yetiş! Umut kaptan 5 dakikadır çıkmadı tekneye, bağlı olduğu halatı çekiyoruz ama herhalde onu bir yere takıldı. Fırtına çıktı, cesaretimiz yok suya atlayıp onu aramaya… Sen bir çare göster!..

 

Hasan Kaptan hiç düşünmeden suya atlayıp çıkarmıştı yedi yaşından beri Karadeniz’in hoyrat dalgalarıyla birlikte mücadele ettiği kadim dostunu… ama ne çare ki, artık çok geçti…

Güven limanından Ali Kemalgilin evleri anca bir cigara içimlik yoldu ama kadim dostluğunu kaybettiği o korkunç günün anısı öyle yormuştu ki yüreğini bahçedeki kırık tahta sedire yığılıverdi elindeki poşetlerle.

--Ali Kemal! diye seslendi bir zaman sonra. Ahşap viran evin kırık dökük basamaklarından coşkusuyla yeri göğü inleten minik adımlar böldü bu kasvetli hüznü. Bir çırpıda zıplayıp boynuna sarılıverdi Hasan amcasının.

 

--Hasan Amca bana ne getirdin? Bu küçük, çelimsiz, saçları gibi bal rengi gözleriyle gülümseyen minik oğlanın sevincini de; onun arkasından kapıda beliren annesinin mahcup, titrek sesi böldü biraz sonra.

--Oğlum ayıp!

Ayıp?.. Ne ayıptı, fakir olmak mı? Babasının eski dostunun vefa duygusuyla onlara kucak açması mı? Daha o 7 aylıkken kaybettiği, yüzünü ancak birlikte çektirdikleri tek fotoğraftan hatırladığı babasının yokluğu mu?.. Yoksa onu kaybetmek mi?...

Hiçbiri değil belki… Sadece genç yaşta dul kalan, çocuğuna bir taraftan analık, bir taraftan babalık yapan, bir taraftan da çay fabrikasında çalışan, oğlu gibi çelimsiz, soluk benizli, hastalıklı bir annenin onuruyla kaderi arasındaki savaşta onuruna yenik düştüğü mahcubiyetti…

 

--Rahat bırak ciğerparemin kuzusunu Asiye! Ben yabancı mıyım? Amcasıyım ben onun, baba yarısı!..

 

İkisinin de gözleri dolmuştu. Asiye bir türlü alışamamıştı yokluğa. Peki bu, bir çocuksanız daha mı kolaydı? Hayır! Bu utançtan yanakları al al olmuş ağlamaklı çocuğun mahcubiyetinden hemen anlaşılıyordu. Onun coşkusu sadece babasının yerine koyduğu, onbeş günde bir de olsa annesinin ve yaşlı babaannesinin dışında bir elin onun başını okşaması, onu kucaklaması, elinden tutup pazar yerinde salına salına yürüyüp şeker, araba, çikolata isteyemediği babacığından birkaç hatıra duymaktı.

 

Yoklukların en büyüğü buydu belki de. Asiye bunu anlayamıyordu.

7 yaşına gelmişti ama annesi çalıştığı, okulun iki nehir aşması gereken uzaklıkta olması yüzünden bu yıl başlayamamıştı okula.

 

Getirdiği poşetleri kendisine uzatan Hasan Kaptan’ın yüzüne mahcubiyet ve minnet arası bir gülümsemeyle, ama boğazında düğümlenen o şey yüzünden hiçbir şey söylemeden alıp içeri girdi Asiye…

 

Dostunun yadigarı küçük Ali Kemal’i tekrar kucaklayıp:

--Ali Kemal! Bu yıl seni bize götüreceğim. Okul sizin eve çok uzak. Okul döneminde bizde kalacaksın. Her hafta sonu seni annene getireceğim, söz! Bizim Ahmet’le yarenlik edersin. Hem sizi balığa da götürürüm ara sıra. Göreceksin çok eğleneceksin.

--Hayır, istemem, ben annemi bırakmam, deyip geldiğinden daha süratli, bir ok gibi fırlayıp eve koştu, odasına kapandı. Öylesine sessizce ağlıyordu ki çaresizliğini kendisine bile duyurmak istemiyordu. Gitmek zorunda olduğunu ve gideceğini biliyordu ama bu çaresizlik onun kolunu kanadını kırıyordu.

Biliyordu ki, gideceği evde yetim Ali Kemal olarak hep mahcup, hep ezik, hep minnettar olacaktı. Hep susacaktı. Burada hiç değilse anneciğinin, babaanneciğinin biriciğiydi. Okula gitmese ne olurdu sanki!..

Ama kararın çoktan verildiğini de biliyordu çaresizce. Burada fakir bir çocuk olarak annesinden istekleri sınırlıydı, çoğu kez onlara bile sahip olamıyordu. Şehirdeki evde Hasan Amcasının evinde daha çok şeyi olacaktı belki ama orada istemeyi değil, istememeyi öğrenecekti. Başkalarından arta kalanları belki de onun hayal edebileceğinden bile daha güzel olacaktı. Ama hiçbir zaman gerçekten onun olmayacaktı. Bu daha mı iyiydi acaba? Ayağındaki lastik ayakkabı yerine Ahmet’in bu yıl ayağına olmayan, geçen yıl onda görüp özendiği ayakkabısı onun olacaktı, bu iyi değil miydi?

Peki ya babasızlık… Ahmet’in her akşam koşarak boynuna sarıldığı, “Babacığım!” dediği zamanlardaki ezikliğini, yürek sızısını alıp nereye saklayabilecekti. Hasan Amcası Ahmet’i sevdiği gibi sevebilir miydi onu?..

Bu duygularla yorgun düşüp uykuya dalan Ali Kemal’i gözyaşları içinde kucakladı anneciği. Yanağından süzülüp inen gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarıyla bir buse kondurdu…

--Uyandığında daha da zor olacak Hasan Abi! Al götür kuzumu, sana emanet, dedi ve onların ayrılmasını beklemeden eve dönüp kapıyı kapadı.

Yokluk ancak bu kadar varlık olabiliyordu çaresiz yetim bir çocuk için…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.