Av. Mehmet YALÇINKAYA
EVET
Deprem olduğunda uyanıktı. Kitap okuyordu. Aslında canı biraz televizyon seyretmek istemişti. Gece yarısını biraz geçe şimdi hangi kanalda yayınlandığını hatırlamadığı “Gemide” isminde bir filme takılmıştı. İlginç konusu var derken aşırı küfür ve argo kelimelerden canı sıkılıp televizyonu kapatmış, kaçan uykusunu daha da kaçırmak istermiş gibi mutfağa geçip kendisine bir kahve yapmıştı. Bu arada eline kitap alıp, köpüksüz kahvesinin mis kokusu ile birlikte kitabın sayfalarında gezintiye çıkmıştı. Ne kadar okuduğunu hatırlamıyordu ama bir saatten fazla zaman geçtiğini tahmin ediyordu.
Önce değişik bir ses geldi kulağına. Ne olduğunu anlamadı, bir uğultu veya bir yankı gibiydi ses. Sonra mutfak masasının üzerindeki ufak tefek eşyaların birbirleri ile sürtündüğünü hissetti. Ardından bulaşık makinesinin üzerine monteli ocağın ileri geri gittiğini gördü. Bu saatte kahve yapmaya üşenmeyip, içtiği için kendine kızdı. Tansiyonunun düştüğünü, başının döndüğünü zannetti. Yatma vakti gelmiş diye düşünerek, yatak odasına doğru hamle yapmak için doğruldu. Mutfak kapısından çıkamadan depreme yakalandı.
Aman Allah’ım! O ne korkunç bir sallantı, ne büyük bir gürültüydü. Mutfakta ne varsa birbirleri ile çarpışmaya başladı. Çıkan ses, başka bir zamanda olsa veya otantik müzik çalışmasında kullanılsa belki kulağa bile hoş gelebilirdi.
Ömrünün buraya kadar olduğunu hissetti. Salonun yanındaki mutfak ile yatak odası arasında 4 metre 75 santimlik koridor, aşılması güç bir platform olmuştu. Koridordaki yolluğa takıldı gözü. Bir gün önce eşinin ısrarı ile almıştı o yolluğu. Üçüncü çocuğunun kırkı yeni çıkmış, eşi de gelen giden oluyor, banyoya, lavaboya çıkılıyor diyerek ricada bulunmuştu. Kendi kendine tebessüm etti. Ölçüyü yanlış almış, on beş santimetre fazla gelmişti yolluk. Koridora sığdıramayınca yeniden yüklenmiş, kestirmiş, geri getirip sermişti. Eşi üzülmesin diye ona bir şey söylememişti ama kestirmek için yüklendiği yollukla dışarı çıkınca küçücük yeri doğru dürüst ölçemediği için kendine iyice saydırmıştı.
Deprem devam ediyordu. Bütün binalar yıkılıncaya kadar, Rabbimin gazabı hiç dinmeyecek zannetti. Yine ölüm geldi aklına. Tek düşüncesi ayrı odalarda yatan büyük çocuklarını bir kere daha görebilmek yeni doğan oğlunun kokusunu içine çekebilmekti. Fakat o koridorda bir adım atmak bile mümkün olmadı. Depremi yaşayanlar beşik gibi sallandık diyeceklerdi sonra. O ise, kendisini bir salıncakta son sürat sallanan insanlara benzetmişti. Yere çömeldi, aklına kelime-i şehadet getirmek geldi. Sarsıntı bitinceye kadar hep “LA İLAHE İLLALLAH” diye zikretti. O hengâmede kendisine kelime-i tevhit okumayı nasip eden Allah’a her daim şükretti. Bina şimdi yıkılacak diye düşünürken, hiç olmazsa çocuklarının kurtulması için dua etti. Rahmetli annesinin elinden tuttuğunu gördü. Bir hoca efendinin, “ölecek insanları almaya gelen Azrail, ölmüşlerinin suretinde de gelirmiş” dediğini hatırladı. Tamam dedi, annem de burada olduğuna göre ben öldüm. Allah’ım ne olur çocuklarımın ömrünü uzat diye yalvardı.
Deprem bir türlü bitmek bilmiyordu. Yatak odasının kapısı açıldı. Kucağında yeni doğmuş yavrusu ile eşini gördü. Bu manzara kendisine gelmesini sağladı. “Korkma” diyebildi. Hafız olan eşinin okuduğu ayetleri ezberinden bilemediği için kendisine çok kızdı. Sarsıntı bitmişti. Hemen arkasından, apartmandaki koşuşturmalar başladı. Üst kat komşularının bağırış, çağırışları depremden daha ürkütücüydü. Biri dört, diğeri üç yaşındaki iki çocuğunu kucağına aldı. Bu arada alelacele giyinen eşi de yeni doğanı kucaklamıştı. Kapıdan dışarı çıkarken, büyük çocuğu gözünü açtı, “baba nereye götürüyorsun ne olur uyuyalım” demesi ile durakladı. Düşündü, güvenli bir yere ulaşması için en az iki yüz metre yürümesi lazımdı. Üç çocuk nasıl nerede eğleşiriz tedirginliği benliğini sarınca dışarı çıkmaktan vazgeçti. Çocukları geri yatırdı. Eşine sarıldı.
-Allah çocuklarımızı bize, bizi çocuklarımıza bağışlasın. İnşallah depremin merkez üssü burasıdır. Şayet depremin merkezi burası olmadığı halde, bu depremi böyle hissettiysek Allah muhafaza en az 10 bin kişi vefat etmiştir, dedi.
Salim’in aklına Gölcük’te yaşayan ağabeyi geldi. Acaba onlar depremi hissetmiş miydi? Yengesi, üçüncü çocuğuna hamileydi. Doktoru iki kızdan sonra üçüncü için erkek müjdesini verince ağabeyinin sevinçten havalara zıpladığını biliyordu. Yengesi hem kızarak hem de gülerek anlatmıştı ağabeyinin çocuksu sevincini.
Ağabey Sadık o gece, dedesinin aşırı ısrarları yüzünden altı yaşındaki kızını kayınpederinde bırakmıştı. Eve geldiğinde saat 02’yi geçmişti. Yatsıyı kılmadığı için kendine kızdı. Abdest, namaz derken saat neredeyse üçü bulmuştu. Yatağına yeni yatmıştı ki, o korkunç anlar başladı. Sanki yer yarılıyor yerin içine doğru çekiliyordu. Korkudan ne yapacağını bilemedi. O kırk beş saniye sanki kırk beş yıl gibi geçmişti. Kafasından saçlarının döküldüğünü gördü. Enteresandır, hiç beyaz tüy olmamasına rağmen dökülenlerin hepsinin beyazlamış olduğunu dehşetle fark etti. Sebebini bilmiyordu ama ne canı, ne eşi ne de dedesinin yanında kalan kızı aklına geldi. On iki yaşındaki büyük kızına sarılmasına rağmen, tasalandığı tek şeyin eşinin karnındaki oğlu olduğunu anladı. Allah’ım bu nasıl bir duyguydu. Kendinden utandı ve kızına daha sıkı sarıldı. Öyle ki, kızı “baba canımı acıtıyorsun” diye ikaz etmek zorunda kaldı.
Sarsıntı bitti ama ailecek kendileri de bitmişti. Hemen dışarı çıkacak mecali kendilerin de bulamadılar. Bir müddet daha geçince dışarı çıkmaya yeltendiler. Merdivenlerden dikkatlice indiler. Apartmanın dış kapısı sıkışmıştı ama zorlayarak ve bütün gücünü kullanarak kapıyı açtı. Aman Ya Rabbi! Kapıyı açmıştı ama bina komple 3-4 metre yerin dibine girmişti. Kapının ağzı tamamen doluydu. Dışarı çıkmanın imkânı yoktu. Aklına eve geri girmek geldi. Daha fazla merdiven çıkamam diye birinci kattan kendisine daire aldıran rahmetli annesine dua etti. Eve girip yatak odasının balkonuna çıktı. Balkon sanki yerle bir olmuştu. Kolayca oradan indiler. Tam uzaklaşacaklardı ki, alt kat komşusunun çığlığa benzeyen sesini duydu.
-Sadık Bey, bizi burada bırakma, kapıyı açamıyoruz.
-Çocukları güvenli bir yere bırakayım hemen döneceğim.
Gerçekten de çocukları geniş bir arazide bırakıp hemen geri döndü. Pencerenin önünü kazıyacak bir şeyler aradı ama bulamadı. Çaresizce elleri kanayıncaya, tırnakları sökülünceye kadar bir insanın geçebileceği boşluk oluşturdu. Önce iki çocuğu yukarı çekti, daha sonra evin hanımını. Fakat ne yaptıysa ne ettiyse evin erkeğini bir türlü yukarı çekemedi. Hanım ve çocuklara;
-Buralar hep tehlikeli, düzlüğe kadar yürüyün, benim hanım ve kız orada onların yanına gidin diye tembihleyip onları yolladı.
-Komşum, daha fazla yer açabilmek için eve girip kazabilecek bir şeyler alacağım dedi.
İndikleri balkondan tekrar evin içine girdi. Mutfağa giderken bir artçı sallantı meydana geldi. Büyük depreme dayanan ev bu artçıya dayanamadı ve sanki saniyeden daha az bir zaman zarfında üstlerine yıkılıverdi. Sadık, başına çarpan büyük bir kolon yüzünden ne olduğunu anlamadan ruhunu teslim etti.
Artçı sallantıdan sonra gözlerinin önünde evlerinin yıkıldığını gören hanımlar koşturdular. Evlerinin tamamen yıkıldığını gören Salim’in yengesi oracıkta bayıldı. Çocuğunu düşürmüş ve aşırı kan kaybetmişti.
Ağabeyi Sadık’tan haber alamayan Salim, Yalova, Gölcük, Sakarya başta olmak üzere her yerin depremden etkilendiğini öğrenir öğrenmez, çocukları ve eşini dayısının evine bırakıp, Gölcük’e yola koyuldu. Bir bilinmezliğe doğru gittiğinin farkındaydı. Dilinde dua, gönlünde hatıra, zihninde muamma vardı. Bütün yollar kapanmıştı. İlerlemek mümkün değildi. Herkes gibi arabadan indi. Otobüste tanıştığı ihtiyar, paran varsa ben dağ yollarını biliyorum, araba tutalım gidelim dedi. Hemen kabul etti. Hakikaten ıssız köy yollarını takip ederek, akşam Gölcük’e vardı. Gördüğü manzarayı anlatabilecek kelime bilgi dağarcığında henüz yoktu. Acının fotoğrafını nasıl anlatabilirdi? Kayıp yiten hayatları kim geri getirebilirdi?
Kim ne derse desin ateş düştüğü yeri yakıyordu. Bir hafta Gölcük’te kaldı. Ağabeyini, yıkılan göçük altında kalan 7 yaşındaki yeğenini ve o gece korkudan karnındaki çocuğunu düşüren, ardından da yaşadığı olayların şoku ile aşırı kan kaybından hastanede hayatını kaybeden yengesini defnetti. Ağabeyinin, “oğlum olursa amcasının adını vereceğim” dediği çocuğu kız olarak dünyaya gelince Salime adını verdiği yeğenini alıp Bursa’ya geri döndü.
Aradan on beş yıl geçti. Geçen hafta sonu, bir kır düğünü ile yeğenini evlendirdi. Salime buruk bir mutluluk yaşıyordu. Keşke anne-babası da bu günü görseydi. Depremde aynı sınıftan dokuz arkadaşı hayatını kaybetmişti. Altı arkadaşının annesi, kendisi ile birlikte yedi arkadaşının babası göçük altında kalıp can vermişlerdi. Ali adında bir arkadaşı 28 saat sonra göçük altından kurtarılmıştı ama maalesef daha sonra sağ kolu omzunun altından kesilmek zorunda kalmıştı.
Depremde bütün ailesini kaybeden kaç kişi kendisi gibi şanslıydı. Sevgi dolu, sıcak bir yuvada büyüdü. Salime kendisini, öz çocuklarından üstün tutan yengesine, sen benim her şeyimsin diyen amcasına içtenlikle baktı. Minnet duyguları ile onlara dua etti. On beş yıldan sonra ilk defa yengesi ile ters düşmüştü. Bu evliliğe karşı çıkmıştı. Amcası da baştan istememişti. Israrlı tutumu ve hayat arkadaşı olacak kişinin samimiyetini görünce sert tutumlarını yumuşattılar. Ama yine de tam bir onay verdikleri söylenemezdi.
Nikâh memuru evlenmek istiyor musunuz diye sorunca sağ kolu olmayan damat Ali, sol eli ile mikrofonu kaptı ve olanca gücü ve mutluluğu ile bağırdı: EVET, EVET, EVET…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.