Lütfi AYHAN
En İyi Yönetim Şekli Hangisi?
Tarih boyunca milletler ve düşünen cins kafalar bu sorunun cevabını aramışlardır. Eflatun, devlet adlı kitabında Makyavelli, hükümdar isimli eserinde, Farabi, Medinetül Fazıla adlı yapıtında hep bu sorunun cevabını aramışlardır. Pekiyi sizce en iyi yönetim şekli cumhuriyet mi, demokrasi mi, krallık mı, meşrutiyet mi, hilafet mi, Monarşi mi, oligarşi mi, başkanlık sistemi mi?
Delikanlılık çağımızda, duygularımızın aklımızın önünde olduğu dönemlerde, kanımızın deli dolu aktığı devirlerde en zor işleri bile birkaç dakikada, hayal atına binerek duygu kamçısını kullanarak çözüverirdik. Bu birkaç dakikalık hülyalarımızda bütün dünyaya nizamat verir, ezilen, sömürülen toplumları emperyalistlerin elinden, vatandaşlarımızı da zalimlerden, bozuk düzenden kurtarıverirdik. Ülkemizin kangren haline gelmiş yüzlerce problemini, binlerce sorununu(pahalılık, eşitsizlik, işsizlik, ahlaksızlık, enflasyon, sömürü…) hayalimizde, zihnimizde besleyip büyüttüğümüz, kalbimizde kendisine en mutena yeri verdiğimiz sihirli iksir (ideolojimiz) sayesinde hallediverirdik.
Solcu arkadaşlara göre dünya ve ülkemiz en kısa sürede ancak sosyalizmin, (solun fraksiyonlarına göre bu sistem bazen komünizm, bazen Enver Hoca düzeni, bazen de Asya tipi üretim sistemi oluyordu) biz İslamcılara göre ise ancak İslam’ın (ki bazılarımız buna şeriat, bazılarımız hilafet, bazılarımız Milli Görüş, bazılarımızda Osmanlı Devlet tipi bir yönetim diyordu) uygulanması ile tüm dertlerinden kurtulabilirdi. Ülkücü arkadaşların dünyaca tanınan bir ideolojileri yoktu. Sadece Başbuğun 9 Işık adlı kitabında bazı görüşler ileri sürülüyordu. Fakat bu görüşleri ne ülkücü arkadaşlar tam anlamıştı nede bizlere anlatabiliyorlardı. Gerçi aynı durum Milli Görüş içinde geçerli idi. Yalnız bu görüşü savunan bizler “Milli Görüş İslam’dır” deyip Hocanın fikirlerini evrenselleştirebiliyorduk. Ülkücülerden hiçbir arkadaş kabul etmediği halde solcular onlara “faşist” diyorlardı. Görüldüğü gibi hiçbir grup demokrasiden, cumhuriyetten bahsetmiyordu.
Akıl Başa Gelince Ayaklar Suya Değdi
Gün soldu devran döndü, kan duruldu akıl başa, bizi peşinden sürükleyenlerde iktidara (yarım yamalakta olsa) geldi. Meydanlarda yapılan konuşmalarla, gizli toplantılarda söylenilen sözlerle, iktidar uygulamalarının hiçbir benzerliği yoktu. Ne Ecevit halkı kurtardı ne Başbuğ Türk Dünyasını… Erbakan İslam Dünyasına lider olamadığı gibi iktidarda ancak 11 ay kalabildi. Ülkeyi sömürüden kurtaracak, kapitalizmi yerle bir edecek solcu arkadaşların çoğu paranın tadını alınca kısa sürede birer burjuva olup çıktılar. Aklımızı başımıza getiren en çarpıcı manzara ise 12 Eylül Darbesinden sonra sahne aldı.
12 Eylül Cuntası iş başına gelince siyasetle uğraşan gençlerin bazıları ülkeden kaçtılar. Bu kaçış ve kaçılan ülkeler bizlerin, yani o dönem öyle veya böyle siyasetle uğraşan “çaylakların” feleğini şaşırdı. Çünkü Sosyalizm için, komünizm için can veren yoldaşların hayatta kalanları kendilerini kurtarmak için sığınacak ülke olarak ne komünist Rusya’ya ne de komünist Çini seçtiler. “Kafkasları aşıp Türklüğe şan katacak” olan Ülkücüler, sığınak olarak kuracakları Türk Birliğinin birer üyesi olacak olan Orta Asya’daki Türkleri seçmediler. İslam birliğini savunan, “İşte Filistin İran Pakistan, zafere bir adım kaldı Müslüman” diye marşlar haykıran dindar gençlerde sığınacak ülke olarak ne İran’ı, ne Pakistan’ı ne de Suudi Arabistan’ı seçtiler. Solcu da sağcı da, dindar da laik de… Tüm kaçaklar Batı Avrupa ülkelerini seçtiler. Şaşılıp yanılıpta İran’a giden az sayıdaki İslamcı genç ile demir perde ülkelerine sığınan az sayıdaki solcu genç ise bu ülkelere gideceklerine bin pişman olup geri döndüler.
İslamcıların, ülkücülerin, solcuların, kâfir, emperyalist, sömürücü gördükleri düşman ülkelerine sığınmaları biz saf gençlere tam bir şok yaşattı. İşin başka bir tuhaflığı da hem darbe öncesi hem darbe sonrası Türkeş de, Erbakan da en güçlü teşkilatlarını Almanya başta olmak üzere demokrasi ile idare edilen Avrupa ülkelerinde kurmuşlardı. Aynı şeyler solcular içinde söylenebilirdi. ..
En iyi Yönetim: Arı Yönetimi
Gerçekte, yönetimin şeklinden ziyade ülke insanın kalitesi daha önemli! Osmanlı, Padişahlıkla idare edildiği 1400-1700 yılları arasında dünyada bir numara idi. Romalılar krallık yönetimi ile dünyanın en uzun ve en güçlü İmparatorluğunu yaşattılar. Yalnız Osmanlılar gerileme döneminde de padişahlıkla idare ediliyordu. Roma da yıkılırken yönetimi yükselme döneminden pek farklı değildi.
Aynı yönetimle idare edilen bir ülke çok ileri çok başarılı iken başka bir ülke başarısız ve geri olabiliyor. Almanya da demokrasi var ileri bir ülke. Japonya da, İngiltere de, Hollanda da göstermelik de olsa meşrutiyet var onlarda ileri. ABD de Başkanlık var ve bu ülke şu anda dünyada bir numara.
Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali efendilerimiz ümmeti aynı tip yönetimle ve aynı kanunlarla yönetmelerine rağmen ilk ikisinin dönemindeki başarı, iç huzur ve fetihler son ikisinin döneminde maalesef kayboldu. Demek ki yönetimden ziyade insan kalitesi önemli! Ama buna rağmen yönetimlerinde ülkenin kalkınmasında, insan kalitesinin yükselmesinde etkisini yok sayamayız.
Yönetimlerin içinde en iyisi “arı yönetimi” Bal arılarının yönetim şekli başkanlık sistemini, halifelik sistemini andırıyor. İşçi arılar ana arıyı seçiyorlar ve kesinlikle ona itaat ediyorlar.( ana arı arıcı tarafından kovana konuluyor) Ana arı, kovanı iyi idare ettiği sürece, doğru karalar verdiği müddetçe işçi arılar ona itaat ediyorlar. Ne zamanki Kraliçe adaletini, dirayetini kaybediyor o zaman işçi arılar onu tahtından edip (onu öldürüp) Kovan sahibinden yeni bir ana arı istiyorlar! Böylece tıkır tıkır işleyen bir yönetim sergiliyorlar.
Ne dersiniz Türkiye’miz de bu yönetime mi geçse?
Arı Yönetimi ile ilgili birkaç not: (alıntı)
Bilim adamları ana arının diğer arılarla ilişkisini araştırıp şu sonuca varmışlar:
Ana arının görevi kovanı yönetmektir. O, dışarıya çıkıp bal toplamayla ilgilenmez Bal toplama görevi işçi arınındır.
Ana arı, arıcı tarafından kovana tanıtılır ve yavaş yavaş kovana kabullendirilir. İşçi arılar anayı kabullendikleri zaman kovan verimli olarak çalışmaya başlar.
Dışarı çıkıp bal toplamaya çalışan veya işçi arıların kabullenmediği ana arı işçiler tarafından öldürülerek kovanın önüne bırakılır. Ana arı, aşırı hoşgörülüdür. İşi gücü eksik kapatmaktır.
Ana arı, kesinlikle kusur araştırmaz. Tespit ettiği kusuru kendisi düzeltir. İşçi arılar da içgüdüyle her zaman ana arının yardımına koşarlar. Ana arı, daima işçi arıları korur ve kollar. Onların etrafında dolanarak adeta onları ödüllendirir. İşe yaramayan veya hastalıklı arıları kesinlikle kendisi cezalandırmaz, diğer arılar anlamsız duruma düşen arıyı öldürerek kovanın önüne bırakır.
Ana arı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı öylesine yönetir ki; her hareketi diğer arılar için eylemin başlama zilidir. Çalışmaları desteklemeyen işçi arılan ise, diğer arılar tarafından imha edilir.
Ana arı, hiçbir arının işine karışmaz sadece kovanı yönetir. Yanlış yapanı adeta diğer arılara şifreler, onlarda yanlış yapanın icabına bakar. Ana arı, gurup çalışmasını yönetir ve dayanışmaya çok önem verir. Gurup çalışmasını ihmal eden arı, ana arının işareti ile diğer arılar tarafından ölümle cezalandırılır. Tüm arılar ana arıyı korumak ve kollamakla görevlendirilmiştir. Hiçbir arı ana arının kılına bile dokunamaz. Zira ittifakla ana arının analığı onaylanmıştır. Ana arının yanlış yaptığı tespit edildiğinde veya ana arı ölüm döşeğinde ise arıcıya bir adet ana arı cesedi sunulur. Sanki “Bu ana işe yaramadı, bunu al da bize gerçek ana bul” der gibi. Ana arı arıcıyı mutlu etmek için çalışmaz. O sadece işini yapar.İşçi arı anasını mutlu etmek için çalışmaz. O da sadece işini yapar. Hiçbir arı diğer arının işine karışmaz. Karıştığı tespit edilenin cezası, ceset olarak kovanın önüne uzanmaktır. Hiçbir arı dışarıdan beslenme imkânı var iken topladığı baldan beslenmez. Hiçbirinin bu durumda içerden beslenmesine de izin verilmez. Cezası ölümdür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.