Büyük ve köklü bir medeniyet geçmişimize rağmen, kompleksimiz genlerimize o kadar işlemiş ki; kendimizi her bakımdan batı standartlarına göre tanımlamayı marifet sayıyoruz. Sözgelimi insanımızı şehirde toplamayı ‘gelişmişlik’ kabul ediyoruz. Çünkü Batı (medeniyeti) şehirde ikamet ne kadar yüksekse o ülkeyi o kadar ‘gelişmiş’ kabul ediyor. En bilindik batı standartlarından birisi de kapitalizmdir. Oysa tüketim ve biriktirme tabanlı gelişmişlik neden hayat felsefemiz olsun ki... Asıl ve insana dair olan tüketmeyi ve biriktirmeyi esas alan ‘gelişmişlik’ değil, medeniyettir. Medeniyetin ölçüsü de tüketmek-biriktirmek değil paylaşmaktır. Tüketen ve paylaşmayan insan zararlıdır çünkü...
Fetih de bir medeniyettir mesela... Zira fetih zulmün sona erdirilmesine dönüktür ve bu yüzden gereklidir. Fetih bir işgal olmadığından farklı olanın can ve mal emniyetini garanti eder. (Bosna’nın fethinden sonra çıkarılan Fatih Kanunnamesine ya da İstanbul’un fethi sonrası incelenebilir). Fetih ötekinin hakkını da korur. Bu amaca matuf değilse de işgaldir zaten... İşgal ise zulümdür ve bu yüzden karşısında durulması gerekir. İşgalde işgalci işgal ettiği yerde yaşayanların can ve mal emniyetini garanti etmez. Onların kaynaklarına el koyar, oradakileri ya öldürür ya sürer ya da köleleştirir. Bu yüzden İslam medeniyeti gerçek bir medeniyettir, Batının ki ise sömürge...
Buradaki problem, hayat felsefesindeki zemin kaymasıdır. Bir düşünürün tesbitiyle; "Batılıların, modern meydan okuma sonrasında bütün dünya üzerinde hegemonya kurmaları, bütün insanlığın hem kendi sorunlarına Batılı seküler zihin kalıplarıyla bakmalarına hem de Batı’nın geldiği noktanın ulaşılabilecek en zirve nokta olduğu yanılsamasına kapılmalarına yol açtı. Bu da Batı dışındaki toplumların aydınlarının Batı’yı kutsamalarıyla, dolayısıyla zihnî felçleşme ve aşağılık kompleksi yaşamalarıyla sonuçlandı. Fiilî sömürgecilik, zihnî sömürgeciliğe dönüştü.” (Y. Kaplan).
Bakarsanız Batı medeniyeti her şeyin insan merkezli olduğu tezinden hareket eder. Bu yüzden bütün kanun, nizam ve kurumlarını bu önemli esası dikkate alarak oluşturmuştur. Ancak bunu ahlaki esaslara dayandırmamış olması kendi medeniyeti dışındakilere karşı duyarsız olması sonucunu getirmiştir. Bugün dünyada baskın olan değerler önemli ölçüde bu medeniyetin bir ürünüdür ve diğer medeniyetler insanlığın ortak değeri olarak bu hayat felsefesini farklı şekillerde kabule zorlanmaktadır. Bunda çok önemli bir başarı da elde etmiştir.
Yaşadığımız toplum bakımından da durum iç açıcı değildir. Nitekim, 1500’lü yıllardan itibaren değişmeye başlayan, 1700’lü yıllarda ivme kazanan ‘dünyanın’ gerisinde kalmış olmak tam da bu konu ile ilgilidir. Alternatif getirilemeyince, modernizm bir çare olarak görülmüş ve Lale devri ile başlayan, Tanzimat ile kurumsallaşan, İttihat Terakki vasıtasıyla devlet hayatında bir bütün olarak karşılık bulan, Cumhuriyet ile tahkim edilen ‘ileri’ harekât toplumu mevzubahis alanın ihmalinden çok öte bir noktaya taşımıştır.
1400 yıllık İslam dünyasının çok önemli bir sorunu bu sürenin neredeyse yarısında, düşünce dünyasını yenileme eksikliğidir. Zira 1200’lü yıllardaki Moğol saldırıları ve Haçlı akınları sonrasında, İslam dünyası düşünsel anlamdaki konumunu yeniden eski günlerine yükseltememiştir. Bu dönemlerden sonra güçlü İslam devletlerinin varlığı da bizi yanıltmamalı… Aslında Osmanlı da dahil bu dönemlerde güçlü devletlerin varlığı geçmişteki birikimin kullanılması yanında, rakiplerin görece zayıflığıdır. Zira Orta Çağ Avrupa için tam bir karanlık dönemdir. Nitekim Amerika’nın ve matbaanın keşfi sonrası batı toplumu İslam toplumunu önce yakalamış sonra geçmiştir. Ve 400 yıldır da bu üstünlüğünü devam ettirmektedir. Çünkü mevzubahis dönemde İslam toplumu miras aldığı medeniyetin üzerine çok az şey koymuştur.
Ekonomik ve askeri üstünlük zaman içerisinde siyasi ve sosyal hayatı da kuşatmış, yüz yıllar süren itibarsızlaştırma ve köksüzleştirme İslam toplumlarında dominant olanlar lehine sonuç vermiştir. Batı elindeki askeri, siyasi, ekonomik güç ve medya gücü ile adeta kültürel soykırım yaptı. Bu da tek gerçekliğin batı merkezli değerler olduğu gibi toplumsal bir yanılsamaya sebebiyet vermektedir. Düşünürün ‘zihni sömürgecilik’ dediği şey de bu olsa gerek…
Ancak elbette her şeyin sonu gelmiş filan değildir. Batı, İslam medeniyeti olmasa da Çin’i kontrol edememektedir mesela… İran öyle ya da böyle kontrollerinde değildir. Türkiye’yi yeni yüzyıla mahkûm edecek olan 15 Temmuz girişimi başarısız olmuştur. En son da Afganistan’da yerel giysili insanlar pes etmemiş; bu medeniyete kapıyı göstermeyi başarmıştır.
Batı onca çabasına rağmen belli aralıklarla yaşanan krizlerden kurtulamamakta, güçlü olmayı sadece zenginlik ve teknolojik üstünlük olduğu varsayımından hareket ettiğinden zaman zaman bir bütün olarak yok olma sendromu yaşamaktadır. Yaşadığı nüfus ve nüfuz düşüşü nedeniyle yok olma ile karşı karşıya gelmesi de böyledir. Nitekim London Times “Yok olmakta olan türler olarak Avrupalılar” başlığı atma gereği bile hissetmiştir.
En önemli sorun genlerimize ilmek ilmek işlenmiş, ruhumuza nüfuz etmiş, kılcal damarlarımıza kadar ulaşmış komplekslerimizden kurtulmak olmalı… Türkiye’nin kararlı bir şekilde öncülük ettiği kimi politikalar ümit vericidir. Nitekim Türkiye’nin özellikle savunma sanayiinde merkez ülkeler arasına girmesi sahadan gelen pozitif geri bildirimlerle başarılabileceğine olan inancı perçinlemiş, gönül coğrafyasında ümitleri yeşertmiştir. Bütün bunlar ve çok daha fazlası 400 yıllık karanlık gecenin ve daha önemlisi zihni sömürgenin sona ermekte olduğuna ilişkin işaret fişekleridir.