(geçen haftadan devam)
-Anacığım, sen merak etme, ben yazları Kur’an Kursu’na veya mahalle camisinde hocaya gider yine Kur’an okumasını öğrenirim.
-Yok, oğlum yok… Ağabeyinle ablaların da öyle söyledilerdi ama hiçbiri Kur’an okumasını öğrenmediler. Sadece Kur’an okumak değil ki mesele… Babanla ben cahiliz oğlum, ben okuma yazmayı ağabeyin okuldan sık sık kaçmaya başlayınca, otursun oturduğu yerde deyip onunla birlikte öğrendim. Terbiye noktasında size yetişemiyoruz, ama İmam-Hatipli olsan bir hocadan bir şey öğrenmesen diğerinden öğrenirsin.
-İyi de anne, ben ölü yıkayıcısı mı olayım? Öğretmenimiz bize hep “Sakın İmam-Hatip’e gitmeyin. Arkadaşlarınız öğretmen, doktor, avukat, mühendis, savcı olurken sizler ölü yıkarsınız” diye konuştu. İmam-Hatip iyi olsa öğretmenimiz niye kötülesin.
-Ah yavrum, babanla ben senin kötülüğünü ister miyiz? İmamlıktan daha güzel bir meslek mi var? Hem İmam-Hatip’ten hep imam mı çıkar? Allah nasip eder, sen de çalışırsan, normal okuldan mezun olup kazanacağın yüksekokulu, İmam-Hatip’i bitirdiğinde de kazanırsın. Hem dinini, diyanetini Allah’ını bilirsin hem de istediğin mesleği yaparsın. Sana bir şey söyleyeyim mi oğlum? Gün gelecek İmam-Hatip mezunları saydığın mesleklerin hepsini yapacak. Hatta bakan, başbakan, reis-i cumhur bile olacak. Ben belki görmem ama Allah sana bunların hepsini gösterecek inşallah diyerek gözyaşlarını silmeye devam etti.
Akşam eve döndüklerinde, Hasan Amca çatacak yer aradı. Sinirinden kime bağırsam diye aklından hesap yaptı. Babasının bunca sertliğine, kızmasına, bağırmasına aldırış etmeyen Şeref, annesinin o iki damla gözyaşına kıyamadı. Babasına seslendi;
-Biz annemle bugün ortaokula kayıt yaptırdık ama ben İmam-Hatipli olmak istiyorum.
Babası karar değişikliğinin sebebini sormadı bile. Ertesi sabah, İmam-Hatip Müdürü Zakir Akdenizli’nin odasında soluğu aldılar. Hasan Amca olan biteni anlatınca;
-Git, kayıt evraklarını al, sakın çocuğu İmam-Hatip’e vereceğim deme. Emekli oldum, memleketime yerleşeceğim diye bir şey uydurursan, zorluk çıkarmadan evrakları verirler, dedi.
Müdür Bey, Şeref’teki zekâyı mı sezdi, babasındaki aşırı istek ve heyecandan mı etkilendi bilinmez. Şayet o gün ters bir cevapla kapıdan kovsaydı Şeref’in İmam-Hatip hayatı başlamadan bitecekti.
Zehra Teyze’nin hayatında birçok ilginç olay yaşandığını biliyorum ama vefatında taziyeye eve gelenler, Emine Nine’nin cenaze evine gelmesini kerametten başka bir şeyle yorumlayamadılar.
Emine Nine, Zehra Teyze’nin şehrin öbür yakasında Kayabaşı denilen mevkideki eski mahallesinde komşusuydu. Kimi kimsesi yoktu. Zehra Teyze, yaz ayları iki-üç günde bir Emine Nine’yi yoklar, elinde avucunda o an ne varsa kendisine verirdi. Soğuk kış günlerinde hemen her gün evine uğrar, sobasını yakar, bir kap sıcak çorba pişirir, hayır duasını alır evine dönerdi. Kendisi gidemese, genelde Şeref’i gönderir, kontrol etmeyi ihmal etmezdi. Emine Nine’nin kişisel bakımını sadece Zehra Teyze yapar, haftada bir (yaz-kış) ihmal etmeden yıkar, temizler, kendi tabiri ile pir-i pak ederdi. Yırtığını, söküğünü diker, eskilerini kendi yenileri ile değiştirirdi.
Emine Nine, ahrazdı. Hayattaki tek görevi sanki evinin altındaki geniş bahçeye bekçilik etmekti. Meyve yemek için ağaç dallarına zarar veren çocukları kovar, bilerek isabet ettirmeden, korkmaları için arkalarından taş atardı. Mahallenin bütün çocuklarına kızar, ama Şeref’le Meryem’e dokunmazdı. Tam tersine hangi ağaçta meyve varsa özellikle onları o ağaca yönlendirir, canları istemeyinceye kadar yemelerini sağlardı.
Zehra Teyze’nin vefat ettiği akşam, komşuları cenaze evinde toplandılar. Eski mahallesindeki komşuları da seferber olmuş, evin uzaklığına aldırış etmeden duyan herkes taziyeye gelmişti. Hanımlar eve, erkekler karşı komşuya alınmıştı. Acı acı çalan zilden sonra içeri giren Emine Nine’yi tanıyan komşular, gayr-i ihtiyari arkasından kim girecek diye kapıya baktılar. Emine Nine bu eve kiminle gelmişti, evi yalnız başına bulması mümkün değildi. Yaşlı kadının bilebildikleri kadarıyla tüm hayatı, yaşadığı bahçenin çevresinden ibaretti. Elinden tutan olmasa herhangi bir yolda karşıdan karşıya geçecek mecali bile yoktu. Önce farkına varılmadı. Elbet birisi ile gelmiştir diye düşünüldü. Ağlayanlara kendince teselli veren Emine Nine, Şeref’le Meryem’e ayrı bir sarılmış, çantasında getirdiği birkaç meyveyi de ellerine tutuşturuvermişti.
Bir müddet sonra geldiği gibi sessizce evden ayrıldı. İşte o zaman eski mahalleden komşuları olan kadınlar uyandı. Üç kat merdiveni inmeden, yetişmeleri için iki çocuk gönderdiler. Yol bilmez, iz sürmez bu kadın evine nasıl dönecekti? Şehrin öbür ucuna gidemezdi. Peşinden giden çocuklar Emine Nine’yi bulamadı. Ne tarafa baktılarsa göremediler. Orada oturanlara sordular, “Yaşlı bir nine şimdi buradan çıktı, ne tarafa gitti gören oldu mu?” Fakat belki de saatlerce orada oturup geleni gideni seyredenler bile yaşlı nineyi görmediklerini söylediler.
Çaresiz eve döndüler ve nineyi bulamadıklarını, sanki yer yarılıp yerin altına girdiğini anlattılar. Birkaç dakika sonra evden ayrılan ve kocası ile birlikte kendi otomobilleri ile evlerine dönen bir komşu, mahallenin girişindeki bahçenin hemen başındaki tahta kütüğe oturup ağlayan Emine Nine’yi görünce az kalsın küçük dilini yutacaktı.
Aradan otuz iki yıl geçti. Bu senenin Ramazan Ayı’nda çocuklarını umre niyeti ile kutsal topraklara götüren Şeref’in, Kâbe örtüsüne bürünüp dua eden iki yaşlı teyze dikkatini çekti. Yanlarına varınca dualarına dikkat kesildi. Türk olduklarının farkına o zaman vardı. İki kadın Kâbe örtüsüne tutunmuşlar, ağlayarak “Allah’ım sen Tayyibimizi koru, Allah’ım sen onu kurda kuşa yem etme, Allah’ım sen ona uzun ömürler ver” diyerek dua ediyorlardı. Şeref önce tebessüm etti, Kâbe duvarına tutunacak kadar fırsat bulan bu nineler, sadece bu duayı terennüm ediyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı. Şaka ile karışık;
-Allah’ın evinde biraz da kendi çoluk çocuğunuza dua etseniz ya anneler, dedi. Kadınlardan yaşlı olanı;
-Evladım biz gönlümüze geldiği gibi dua ediyoruz. Biz bu dua ile annenin, otuz beş sene önce, seni mektebe yazdırırken döktüğü gözyaşının kabulünü istiyoruz, deyiverdi.
Bunu duyan Şeref, beyninden vurulmuşa döndü. Duyduğu cümleyi hazmetmesi birkaç dakikasını aldı. Kendine gelince teyzeleri aradı ama kalabalıkta onları kaybetti.
10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Şeref, büyük bir gurur ve onurla, İmam-Hatipli olduğunu her yerde söyleyen, UZUN ADAM’a oyunu verirken, rahmetli anasının da iki damla gözyaşını seçim sandığına göndereceğini adı gibi biliyordu.
YAZARIN NOTU: İsimler hariç, bu öyküde anlatılanların hepsi yaşanmış, gerçek olaylardır.