Zarifoğlu şiiri, Türk şiirinin doruklarından biridir. Ama şiir medeniyetinin çocukları olmamıza rağmen, bu zirve şiiri henüz anlayabilmiş değiliz. Gerçekten traji-komik bir durum bu.
O yüzden hâlâ anmalarla vaziyeti idare etmeye çalışıyoruz yalnızca. Zirve bir şair anlaşılmadan anılabilir mi? Ama hiç olmazsa bu anmalar bir gün Cahit Zarifoğlu'nun şiirinin anlaşılmasına imkân tanıyacak vasatların oluşmasını da mümkün kılar diye kendimizi tesellî ediyoruz.
En içten, en anlamlı anmalardan biri Cahit Ağabey'in hatırasını canlı tutmak için yoğun çaba gösteren Asım Gültekin'in girişimleriyle Yazarlar Birliği'nin İstanbul Şubesi'nde Cumartesi günü yapıldı. Yer dardı; gelenler ayakta kaldı.
Pazar günü de hasyürek Mustafa Ruhi Şirin Ağabey'in Çocuk Vakfı'nın öncülüğüyle mezarı başında rahmetle anıldı Cahit Ağabey.
Bir başka anma çabası da yine Yazarlar Birliği'nin en çalışkan şubelerinden Konya Şubesi'nde coşkusu, heyecanı ve yorulmak bilmezliğiyle Ahmet Köseoğlu'nun girişimleriyle gerçekleştirildi.
* * *
Cahit Ağabey, şiiri ile hayatı arasında birbirini besleyen derûnî bir köprü kurabilmiş ender sanatçılardan biridir. Hayatında bütün inceliğiyle fışkırıveren derûnî vecd, şiirinin de omurgasını, çatısını ve ruhunu oluşturmuştur Cahit Ağabey'in.
Şeyh-i Ekber İbn Arabî, Fütûhat'ta muhteşem bir müşahedede bulunur ve “İyilik varlıkta; kötülük yokluktadır” der.
Varlık vücûda gelmedikçe vicdan tesis edilemez. Vicdan tesis edilemezse vecd'e ulaşılamaz.
Batı'da da Doğu'da da varlık vücûda gelemediği için vicdan tesis edilemiyor; vecd'e ulaşılamıyor. Batılılar, haplarla, hazlarla bu hayattan kaçarak vecdin karikatürünü üretirlerken; Doğulular, dünyadan el etek çekerek vecdi bencil bir tecrübeye dönüştürüyorlar. Dolayısıyla Batı'da da Doğu'da da vücut mevcut olamıyor: Batı'da varlığın, dolayısıyla hakîkatin üstü örtülüyor, dış gerçeklik, görünen yani kabuk hakikat olarak algılanıyor; Doğu'da ise mevcut da vücut da yok oluyor, sırra kadem basıyor.
İbn Arabî'den başka bir alıntıyla bu söylediklerimizi Zarifoğlu şiirine uyarlamaya çalışalım. Şöyle diyor Şeyh-i Ekber: “Meluh / yaratılan bilinmeden ilah / Yaratan bilinemez.” Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç, ilâh'ı tanıyarak me'luh'u tasvir ve tarif ederlerken; Zarifoğlu, me'lûh'u idrak ederek me'lûh'ta tecellî eden ilâh'a işaret etmiştir.
Zarifoğlu'nun şiiri ile hayatı arasındaki derin ilişkiyi bu düzlemde düşündüğümüz zaman, Zarifoğlu'nun yaptığı şeyin şiirimizde neden zirve bir atılım olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.
Cahit Zarifoğlu, bizatihî kendisinin de dikkat çektiği gibi, İkinci Yeni'nin metamorfoza uğrattığı, ruhunu yok ettiği adına modern şiir denen şiirin sentaksını bozdu ve semantik düzlemini de asıl mecrasına, hayata ruh üfleyen derûnî kaynağına oturttu: Düzlemini değiştirdi Türk şiir dilinin: Mertebesini en yükseğe, en yüceye, ulvî olan'a irtibatladı, rapteyledi.
Türk şiirine kendine özgü metafizik bir derinlik getirdi Zarifoğlu. Elbette ki, ondan önce de metafizik, Türk şiirine girmişti; özellikle Necip Fazıl'la ve Sezai Karakoç'la birlikte. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç şiiri, cismânî olanı rûhânîleştirmiş, etten kemikten arındırmış bir şiirdir. NFK ve Sezai Karakoç'un bekâ makamı olan tenzih boyutu üzerinden yürüdüklerini; Zarifoğlu'nun ise bekâ'dan sonraki cem makamına denk gelen teşbih boyutu üzerinden yürüdüğünü söyleyebiliriz.
Medine sürecine denk gelen tenzih boyutu, içkin, cismânî olan'ı aşkın olan'la buluşturmaktır. Medeniyet süreci diye tarif ettiğim teşbih boyutu ise, aşkın olan'dan devşirilen ruhu içkin olan'a, cismânî olana üflemektir yeniden.
Dolayısıyla Zarifoğlu şiiri, rûhânî olanı cismânîleştirmiş, aşkın olandan devşirilen ruhla cismânî olan'ı ete kemiğe büründürmüş, yeniden yoğurmuş bir şiirdir. İşte bu anlamda Cahit Ağabey, Türk şiirinde tek başına bir adadır; derya içinde katre gibi görünen, görünmez bir derya, bir zirvedir.